4 Ocak 2016 Pazartesi

Kızılderililerin Tarihi

Kızılderililer tarih boyunca "vahşi" kelimesiyle anılmışlardır. Peki gerçektende vahşi miydiler ? Yoksa medeni mi ?



 Kızılderililerin 15.y.y da bilinen dünyamızın insanıyla nasıl tanıştığına geçmeden önce Kızılderililerin Amerika Kıtası'na nasıl geçtiklerine değinmemiz gerekir. 2 farklı teorem var. Birinci teorem; MÖ 80.000'den 10.000'e kadar geçen zamanın büyük bir bölümünde Dünya, buzullaşmayla kaplı jeolojik bir döneme (Pleistosen Dönemi) şahitlik etmiştir. (Bu dönem tarihi kaynaklara Wiscon Buzullaşması olarak geçmektedir.)
Bu dönemde Asya ve Amerika Kıtalarını birbirine bağlayan yaklaşık 4.000 km'lik Bering Boğazı boyunca karadan bir köprü oluşturmuştur. (Buzul Beringia Yarıkıtası)
Öte yandan yakın bir tarihte Rus bilim adamları Buz Çağı'nda Sibirya'da yaşamış olduğu düşünülen bir kabilenin izini buldular. Bilim adamları bu kabilenin Amerika Kıtası'na geçmiş olabileceğini düşünmektedir.

İkinci Teoremse; Mu Kıtası'ndan geçmiş olabilecekleri yönündedir ki ikisinin bir arada gerçekleşme olasılığı da vardır. Bu teoreme Mu kıtası ile ilgili yapacağım çalışmada değineceğim.

Kızılderili Medeniyeti


Kızılderililer sadece lezzetli meyveler veren ağaçlar dikerek bilinçli ve verimli bir orman ekonomisi yürütüyorlardı. Yaklaşık 4.000 yıl önce, bugünün Meksika’sında, daha sonra Kuzey Amerika'ya kadar yayılacak olan mısır türünü yetiştiren de onlardan başkası değildir. (Mısır, Avrupa'ya Amerika Kıtası'ndan götürülmüştür.)
Kızılderililer tarla olarak değerlendiremedikleri yereyse "Pecan"(cevize benzer bir ağaç) ve kestane ağaçları dikiyordu.

Pennsylvania Eyalet Üniversitesi'nde antropolog olan Prof. Dean Snow da Kızılderililerin uygarlık dereceleriyle ilgili şunları söylemiştir:
             "Amerika’daki yerlilerin kültür ve yaşamı bizim için son derece büyük önem taşıyor. Bunun nedeni, Amerika Kıtası'nda yaşayan yerlilerin yaklaşık 14 bin yıl boyunca dünyanın hiçbir yeriyle iletişim içinde olmamalarına rağmen Eski Dünya'daki gelişmelere paralel ilerlemeler kaydetmeleri...Elimizdeki arkeolojik bulgular bunu kanıtlıyor.


Kızılderililer ayrıca çok temiz yaşayan insanlardır. Doğayla barışık yaşarlar. Doğaya zarar verdikleri için Kolonicilere atalarının kendilerine söyledikleri şu sözleri söylemiştirler:
        "Doğa kanunları, insan kanunlarından üstündür. İnsan kanunlarını ihlal edenler avukatların, yargıçların elindedir ve çoğu zaman suçlular bile kurtulur. Ama doğa kanunu öyle değildir. Doğa kanunlarına karşı gelirseniz, gerçekten cezalandırılırsınız."

  • Bugün çevre kirliliğine tepki gösteren pek çok kişiden duyduğumuz sloganların bazıları da aslında Kızılderililerin söylediği sözlerdir. Ülkemizde de sıkça kullanılan "Biz bu Dünya'yı atalarımızdan değil, çocuklarımızdan ödünç aldık" sözü, Kızılderili lider SEATTLE'a aittir.


  • Avrupalılar, Amerika Kıtası'na gitmeden önce "çiçek, kızamık, veba, difteri, grip, sıtma gibi hastalıkları pek görmedikleri için bu hastalıklara bağışıklıkları yoktu. Dolayısıyla bu hastalıklarla tanışmaları acı bir süreç olmuştur.


1502 yılında Güney Amerika'da bulunan Vespucci Kızılderililerden şöyle bahseder:
               "Yıllardır dostumuzmuş gibi büyük bir itimatla, yüzerek bizi karşılamaya geldiler."

Samuel Eliot Morison ise şunları söylemiştir:
               "Demir, çelik gibi silahları yok. Ne de bunları kullanmayı biliyorlar. Çünkü çok uzun boylu, yapılı insanlar olmalarına rağmen oldukça ürkekler...Bunlar öyle samimi ve cömertler ki, kimse görmeden inanamaz.


Kızılderili Kabileleri


Birçok Kızılderili kabilesi olduğundan hepsini yazmam saçma ve gereksiz olur en bilindiklerinden bir kaç örnek sizlere sıralayayım...



Siyu (Sioux) Kabilesi


Herkesin adını en çok duyduğu Kızılderili Kabilesi Siyu'dur.(Tahminen)
Oysa onların gerçek adı kendi dillerinde "Lakota" ya da "Dakota"dır. Kelime anlamları; Arkadaşlar, müttefikler demektir. Siyu, onlara beyazların verdiği isimdir.


  • Kevin Costner'ın ünlü filmi "Kurtlarla Dans” ta konuşulan Kızılderili dili de Lakota'dır.


Orta Asya kökenli oldukları bilinen Siyu Kabilesi üyeleri, önceleri Kuzey Amerika'nın Sulerior Gölü çevresinde yaşıyorlardı. Ancak Avrupalı sömürgecilerle yaptıkları savaşlar sonucunda ağır bir yenilgi alıp Minesota ve Dakota'ya sürüldüler. 19. yy ortalarında ise rezervlere (asimilasyon kasabaları) yerleştirildiler.


  • Siyuların takviminde hafta özel olarak ayrılmaz ve her ayın özel bir adı vardır.



  • Siyulara göre kainatın su, toprak, ateş ve havadan ibaret olduğuna inanılırdı.


Siyular, atlara da çok önem verirdi. 2 yaşına ulaşan taylara eğer vurulur, döllenmeye müsait olmayan atlar ise "iğdiş" edilir.
Kabilenin erkekleri avlanmaya çıkıp at yarışları yapardı.



Siyuların Ünlü Kabile Şefi; Oturan Boğa
"Tatanka Iyotake" (1831-1890)


Siyu Kabile Şefi Oturan Boğa, ABD ordularına karşı savaşan son yerli kabile şefidir. İsminin anlamı “baskıya boyun eğmeyen, baskılara karşı oturarak ayak direyen boğa” demektir.
Oturan boğa, beyazların 1863 yılında Hunkpapa av bölgesini tehdit etmeye başladıkları ana kadar beyaz yerleşimcilere müdahale etmedi. Ancak bu müdahale Oturan Boğa'nın harekete geçmesine sebep oldu. Beyazlarla savaş 1868’deki Ft. Larami Antlaşması’na kadar devam etti. Barış ancak 4 yıl sürebildi. Black Hills bölgesinde altının keşfi, gerilimin yeniden artmasına sebep oldu. Yeni başlayan bu çatışmalar 4 yıl sürdü. Kış mevsiminin  sert ve insafsız olması üzerine halkının yiyecek bulamaması, Oturan Boğa’yı teslim olmaya zorladı. 19 Temmuz 1881’de o ve küçük oğlu elinde tüfeğiyle Federal Hükümet'in ofisine giderek teslim oldular. Oturan Boğa dost olmak istediklerini göstermek istemişti ve “Kabilemin hatırlayacağı son esir ben olmak istiyorum.” dedi.
1885’li yıllarda Kızılderililer, beyazların seçtiği şeflerle yönetilir oldular.



Apaçiler(Apache)


1500'lü yılların başlarında anavatanları Kanada'dan Arizona ve New Mexico bölgesindeki dağlık, çorak arazilere göç eden Kızılderili Kabinesi’dir.
Apaçiler göçebe bir yaşam sürüyorlardı.
Genelde geyik derisinden elbise giyen Apaçi kabilesi üyeleri, saçları uzatıp, başlarına bant takarlardı. Ayaklarına giydikleri deri çarıklar ise dağlık arazilerde rahatlıkla dolaşmalarına imkan sağlardı. Nitekim ata binmedikleri ilk dönemlerde Apaçiler çok uzun mesafelerde profesyonel koşucu özelliği gösterirdi.
Kendilerine korudukları silah ise "Yay" dır...

Uzun yıllar İspanyol kökenli Meksikalılarla savaşmışlardır. 1850'li yıllarda topraklarında altın madeninin bulunmasıyla üzerlerindeki Amerikan baskısı yoğunlaştı. 1862'de Kit Carson, Apaçilerle konuşmaya geldi. Mezkalero Apaçileri, Arizona'da bir bölgeye yerleşmeyi kabul ettiler. Ancak Şirikahua Apaçileri direnişlerine devam ettiler. 1883 yılında Apaçilerin başına Reis Geronimo'nun geçmesiyle Kızılderililer daha güçlendiler. Ancak 1885'te Geronimo yakalandı ve hapse gönderildi. Apaçilerde Oklohoma, Florida, Arizona gibi bölgelere yollandı.

Apaçi Kabilesi'nin Ünlü Şefi; Geronimo (1829-1909)

Geronimo hakkında bilmemiz gereken ilk şey son Kızılderili Şefi olduğudur.
1858 yılında bir gün eve döndüğünde eşi, annesi ve 3 çocuğunu İspanyollar tarafından öldürülmüş olarak bulan Geronimo, bu günden sonra beyazlara karşı mücadele vermeye başlamıştır. Anlatılanlara göre Geronimo, beyaz olan herkese karşı nefret duymuş ve elinden geldiği kadar beyaz öldürmeye çalıştı.
Geronimo aslında bir Kızılderili Şefi degil bir Kızılderili Şamanı'dır. Apaçi şeflerinin hepsi, onjn görüşlerine ve gücüne saygı duyuyorlardı.
1870 yılında Amerikalılar tarafından San Carlos Rezervasyon Bölgesi'ne yerleştirilen Geronimo, buradan üçkez kaçma girişiminde bulunsa da her seferinde yakalanıp geri götürülmüştü. Ancak dördüncü denemesinde başarılı oldu ve yakalanamayınca, 500 izci ve 3000 Meksikalı asker onun peşine düştü. Fakat Geronimo'yu yakalamanın pek de kolay olmayacağını anlayan Amerika ve Meksika hükümetleri, aralarında bir antlaşma yapmaya karar verdiler. Bu antlaşma sayesinde Apaçiler hem güneyden hem de kuzeyden saldırı alarak zor durumda kaldılar.
Buna rağmen gazeteler, Apaçileri yüzyılın vahşileri olarak gösterti. Gazetelerde çıkan haberlerde yakılan köylerden, göçe zorlanan, işkence yapılıp öldürülen Kızılderililerden söz edilmiyor, aksine Kızılderileri katleden askerlerin kahramanlıkları anlatılıyordu.
Bu arada General Crook ile Geronimo arasında bir anlaşma yapılmış ve bu anlaşmaya göre bölgede ne şiddet ne de herhangi bir yağma kalmamıştı. Fakat gazeteler durumu çok farklı yansıtmaya devam ettikleri için hükümet Kızılderililerle anlaşma yapan generali görevden alıp onun yerine savaş yanlısı Nelson Miles'i atadı ve savaş tekrar kızıştı.
Bir süre sonra Geronimo bulundu ve rezervasyon bölgesine geri götürüldü. Ancak tekrar kaçmayı başardı. 1885'teki bu kaçışından 18o4 yılına kadar bulunamadı. Bulunamaması üzerine askerler köylere saldırıp, kadın ve çocukları öldürmeye başladılar. Bu durum üzerine Geronimo teslim oldu ve Oklohoma'ya götürüldü. Son nefesini Oklahoma-Fort Sill'de verdi.



Cherokee Kabilesi


"Cherokee isninin "Mağara  İnsanları" anlamına gelen "chiluk-ki kelimesinden geldiği düşünülmektedir. Ancak Cherokee Kabilesi en uygar beş kabileden biridir.

Kabilenin ektiği bereketli topraklara göz koyan beyazlar, Cherokee Kabilesi üyelerini katletmiş, onları bulundukları yerlerden zorla sürmüştürler. Kızılderililer bu olayı "Gözyaşı Sürgünü" olarak anarlar.


  • Cherokee Kabilesi’ nin takvimleri Ay'a göre hazırlanır. 



  • Cherokee Kızılderilileri Yeni Yıl Bayramı'nı yılın başlangıcı olarak kabul ettikleri Mart ayında kutlarlar.


Cherokee'lilerin Ünlü Kabile Şefi; "Sequoyah" (1770-1843)


 Sequoyah'ın annesi Cherokee Kızılderilisi, babası bir beyaz olan yarı Kızılderiliydi.


  • Sequoyah kabikesi arasında alfabeyi geliştirmesiyle tanınmaktadır. Sequoyah, Cherokee dilini sesli ve sessiz harflerin kombinasyonuyla oluşturdu ve 75 karekterin kombinasyonuyla Cherokee seslerini meydana getirdi. Ardından bu çalışmalarını halka açtı ve kabile üyelerinin çoğu hemen okuma-yazma öğrendiler.

Kendisi bir toplumun sürekli var olabilmesinin ve özgürlüğünün tek koşulunun, gelenek-göreneklere bağlılık olduğunu düşünüyordu. Ayrıca kendi dilerini yaşatmayı da çok önemseyen şef, hayatında hiçbir zaman İngilizce öğrenmeyerek bu inancını kanıtlamıştı.

1827'de Cherokee Konseyi ulusal bir gazete çıkarabilmek için sermaye ayırdı. 1828 yılının başlarında bir ek baskı makinası Cherokeelerin başkenti New Echota'ya getirildi. Gazete Cherokee dili ve İngilizce olarak iki sütum halinde basıldı.


  • 21 Şubat 1828 günü ilk sayısı basılan "Cherokee Ankakuşu"  adlı gazete Birleşik Devletler'de basılan ilk Kızılderili gazetesi oldu.








Şimdi gelelim asıl durmamız gereken konuya. Kızılderililer, Avrupalıların daha önce görmedikleri kadar iyi davranmış onlardan çok basit aletler alarak altın gibi madenlerini paylaşmışlar, topraklarında yaşamalarına izin vermişlerdir. Eğer Kızılderililer onlara yardım etmeseydi bugün değil Dünya'ya hükmedecek devlet kurmayı geçin tuvalet bile kuramazlardı. Bu durumu Edmund S. Morgan şöyle açıklar:
          "Kızılderililer sadece yalnız bırakarak, İngilizlerin işlerini bitirebilirdi.

Avrupalılar buna rağmen karaya ayak bastığı andan itibaren onlara sürekli zulüm etmiştir. Şöyle ki toplamda 150 milyon Kızılderili’yi katlederek günümüzde 1 milyon civarı Kızılderili’nin kalmasına yol açmışlardır.




Irkçı İngiliz Lordun Soykırım Yöntemi; Biyolojik Savaş


Günümüzde olduğu gibi 18.yy'da da en etkili ve en ucuz konvaksiyonel silah "Biyolojik Silah" tı.
18.yy ortalarında bu kirli yöntemi ilk defa kullanmış kişi, Kuzey Amerika'daki İngiliz kuvvetlerinin komutanı Lord Jeffrey Amherst oldu. Amherst kirli bir plan yaptı. Plana göre Kızılderililer hasta yapılarak ucuz yoldan onlardan kurtulanacaktı.. Bu amaçla Kızılderililere "Çiçek Hastalığı" bulaştırılmış battaniyeler dağıtılmaya başlandı.
Aslında bu fikir Amherst'e ait değildi. Bu fikrin sahibi; Albay Henry Bouquet'ti. Henry, Amherst'e bu fikri mektup yoluyla iletmişti ve mektubin sonuna not olarak şunları yazmıştı:
            "Kızılderilileri hastalandırabilecek battaniyelerle aşılamayı deneyeceğim... Keşke İspanyolların metotlarını kullanabilsek ve onları ingiliz usulü, köpeklerler ve atlılarla avlayabilsek ki, sanırım  unlar, bu zararlıları topyekûn imha etmek ve uzaklaştırmakta hayli etkili olacaktır."

Amherst'in biyolojik savaş ile ilgili yazışmaları uzun süre Avrupa'da tutuldu. Belgeler 2. Dünya Savaşı'nda Almanlardan kaçırılarak Washington'a getirildi. Şu anda Kongre Kütüphanesi'nde bulunan bu notlar, o zamandan beri herkesin görebileceği şekilde durmaktadır.



Bizon William'ın Katliamları


Bizon William adıyla da anılan Bufalo Bill'in gerçek ismi William Cody'dir. 1867 yılında demiryolu işçilerine et sağlamak için özel olarak tutulmuş bir avcıdır. 18 ay boyunca binlerce (yaklaşık 4280) bu yolla işçilere et sağlamıştır. Bizonlar bu denli avlanmaya başlamadan önce her yerdeydiler. Koloniciler bu bizonların hiç bitmeyeceğini düşünüyorlardı fakat 30 yıllık yoğun yok etme politikası sonucunda bizonlar kıtadan silindiler. Bizonların gidişiyle Kızılderililerin ağır şartlarda devam eden hayatları daha da zorlaşmıştır.
Bizonlar yok olduktan sonra Bufalo Bill kendine yeni bir iş bulur; Kızılderili avı...
En önemli özelliği, yakaladığı yüzlerce Kızılderili’nin kafa derilerini yüzmesi olmuştur.



Sand Creek Katliamı


1864 yılının Kasım'ında yüzlerce askerle harekete geçen Albay Chivington, bir katliam yapmak üzere Cheyenne reisi Kara Kazan'ın kabilesine yönelmişti.
Kabilenin bir  çok erkeğinin ava gittiğini gören Albay ihtiyarı, kadını, çocuğu demeden kurşuna dizmiştir.



Woundred Knee (Yaralı Diz) Katliamı


Son Kızılderili katliamı olan Yaralı Diz Katliamı Kızılderililerin  oynadığı "Hayalet Dansı" sebebiyle olmuştur.
Hayalet Dansının Kızılderililer için kutsal bir önemi vardı ve bu dansla ellerinden alınan her şeyin onlara geri verileceğine inanmaktaydılar. 1890 yılında Birleşik Devletler bu dansın bir savaş dansı olabileceğinden şüphelenmiş ve Yaralı Diz adlı rezervlerinde bu dansı yapan Kızılderililerin bir isyan başlatacağını düşünmüşlerdir. Bunun üzerine askerler, bu dansın yapıldığı Lokota yerlilerinin kamp yerine gönderilmiş, dans edenler tutuklanmak istemişti. Çıkan çatışmada kesin rakamlar bilinmemekle beraber Amerikalılardan 25 asker ölmüş, Kızılderililerden 84'ü erkek, 44 'ü kadın, 18'i çocuk 153 Siyu öldürülmüştür.
Bu katliamdan sağ çıkan Kızılderililerden biri olan Kara Geyik, katliamla ilgili olarak şunları söylemiştir:
           "O zaman kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi yaşlılığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, hala yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları o genç gözlerimle görebiliyorum.




Kızılderililere Kültürel Sömürü


Kızılderililerin Hristiyanlığı tanımaları için çeşitli yerlerde örgütler oluşturuldu. Bunlara misyon deniyordu. Bu hareket ilk olarak İspanyolların elinde olan Teksas ve Kaliforniya'dan başladı. Kaliforniya'da kurulan 21 misyon sonucunda, 1820'de yaklaşık 20.000, 1846'da ise 100.000 Kızılderili Hristiyanlığı seçti.

1840'lı yıllardan itibaren  Kızılderililerin geriye kalan az sayıdaki nüfuslarını korumak için, yaşadıkları toprakları terk edip "Toplama Kampları", diğer adıyla "Rezerv" denilen alanlara yerleşmek zorunda kaldılar.

Toplama kamplarının en önemli özelliklerinden biri beyazların sözde vahşiler olarak gördükleri Kızılderilileri uygarlaştırmak için eğitimden geçirecekleri yer olmalarıydı. Kızılderililerin kültürlerini değiştirmeye yönelik yürütülen bu eğitimde, ulusal kıyafetlerini değiştirmeye yönelik yürütülen bu eğitimde, ulusal kıyafetlerini değiştirmeye yönelik yürütülen bu eğitimde, ulusal kıyafetlerini çıkartma ve medeni olarak kabul edilen kıyafetler giyme, erkeklerin saçlarının kısa olması gibi şartlar vardı. Okullardaysa Kızılderililerin çocuklarına kendi dilleri konuşturulmamış, kendi kültürlerine uygun hareket ettiklerinde cezalar verilmeye başlanmıştı.


3 Ocak 2016 Pazar

Osmanlı'da Evlilik

Osmanlı'da Evlilik


Öncelikle şunu belirtmek isterim ki ; Osmanlı'da evlilik dini nikahla yapıldığı için çok kolaydır. Sevdiğin bayanın karşısına  geçer "Ben seni aldım, sen de beni aldın mı ?" dersin. Eğer kadın da teklifinizi kabul edip "Ben de seni aldım" derse olay bitmiştir. İmam nikahı bir nevi formalite icabıdır. Osmanlı'da Evlilik dışardan bakıldığında bu kadar kolaymış gibi gözüksede Osmanlı Devleti evlilik olayını halk kötüye kullanmasın veya evlenen taraflardan biri madur olduğunda hakkını arayabilsin diye; peygamberimiz Hz.Muhammed'in de tavsiye ettiği "Evlenirken eşi dostu, mahalleliyi çağırıp düğün yapın ki millet görsün kim evleniyor şahitlik etsinler" sözünden yola çıkarak hareket etmiş, imamlara nikah kıyma yetkisi vermemiştir. Bununla mücadele etmiştir.1885'te Şeyhülislamın yayınladığı fetva bunu çok açık belirtiyor. Hükümet yetkiyi kime verirse sadece onlar nikahı kıyabilirlerdi.

Aslında buraya kadar yazdığım kısma yorum yapmak gerekirse bugün belediye tarafından kıyılan nikahta dini nikah sayılabilir. Dini nikahta ben seni aldım demek yetiyor. Ee biz nikah memuru karşısında da aynı diyaloğu yaşıyoruz. Şahit desen 2 zorunlu şahit ve buna ilaveten eş dost,mahalleli de geliyor düğünümüze. Zaten herkezden önce devlet baba şahit oluyor. Tabi bu benim yorumum ama yanlış olduğunu da düşünmüyorum.


Osmanlı'da Evlilik Teklifi (Örnek)

Osmanlı zamanında bir adam bir bayanın karşısına geçer ;

"-Ey dilberi rana! Ey tesadüf-ü müstesna! O mahrem cemalinizi görünce 

size lahza-i kalpten sarsıldım... Niyetim acizane-i taciz etmek

değildir.. Bilakis efkar-i umumiyede ufak bir aile bacası

tüttürmektir.. Sözlerim sizi temin ve tatmin edecekse şayet, zevc-i

izdivacınıza talibim!.."

Bayan da cevaben;

"-O mahrem suratınıza bir sille-i osmaniye nakşedersem sekte-i kalpten

terk-i hayat edersiniz..."


Birde olmazsa olmazı,  o meşhur şemsiyeli ve mendilli sahne vardır. Eskinin doğallığının ve samimiliğinin üzerinizde olması dileğiyle...
        

Cheng I Sao; Güney Çin Denizi'nin Kadın Korsanı


Tarihin en başarılı korsanları arasında gösterilen Cheng I Sao'nun 1500 gemi ve 80.000 mürettebatla Çin Hükümetini dize getirişine tanıklık edin......



Denizcilere göre kadının gemide yeri yoktur, uğursuzluk getireceği düşünülür ama o yaşadığı dönemde Güney Çin Denizi'ne hükmederek herkesi şaşırttı. Belki hayata bir sıfır önde başlamadı ama hayata gözlerini yumduğunda sayamayacağımız kadar kişinin önündeydi...( Birazda şansının yardımıyla diyelim.)

Shih Yang adıyla Çinde doğan Cheng I Sao,
Güney Çin Denizi'nde "Çiçek" adı verilen bir gemide deniz genelevinde çalıştığı sıralarda; genelev korsanların saldırısına uğradı. Saldırıyı yöneten Korsanların Kaptanı "Cheng I", Sao'yu görünce ondan hoşlanmıştır ve kendisiyle gelmesi ricasında bulunmuştur. Neden böyle bir ricada bulunduğu çok garip isteseydi zaten her şeyi yaptırabilecek konumdaydı. Belli ki ondan gerçekten etkilenmiş, onunda kendisini sevmesi için böyle davrandığı düşünebilir. Ayrıca Sao, kaptana sadece bir tek şartla gelmeyi kabul ederim dedi. Teklifiyse kaptanın sahip olduğu güce ortak olmaktı.
Eğer bu anlatılanlar doğruysa kaptan gerçekten aşık olmuştur. Aksi halde Sao'nun kellesini çoktan almıştı. Demek bir korsanda aşık olabiliyormuş. Üstelik sıradan bir fahişeye...

1801 yılında evlendiği Sao ile beraber bir de çocuk evlatlık edinen Cheng, Çin gemilerine saldırmak için Vietnamlılar tarafından  Çin gemilerine zarar vermek için tutulmuş bir korsandı ve görevini yerine getiriyordu. Güney Çin Denizi'nin korkulu rüyasıydı. 1802 yılında Çin, Vietnam ile barışınca Vietnam, korsanlardan desteğini çekti.
Kaptan Cheng I bu durum karşısında korsanlarını 7 filodan oluşan konfederasyon haline getirdi.

1807 yılında Cheng I ölünce Mürettebatın yönetimi Sao'nun eline geçti.

Cheng I ölünce Sao'ya 400 parçalık bir filo bırakmış oldu. Filonun kurallarına gelince çok katı kurallar vardı. Kurallara uymayanlarınsa kellesi alınırdı. Bir iki kuralda Sao eklemek istedi. Eklediği kurallar; tecavüzün ve zinanın yasaklanmasıydı. Genelevde çalıştığı sıralarda bu davranışların insanı küçültücü, insanlık dışı şeyler olduğunu anlamış olmalı muhtemelen.


  • Sao'nun gerçek adının Shih Yang olduğunu yukarda söylemiştik. Kocasının ölümüyle beraber Cheng I Sao diye anıldığından günümüze bu adla gelmiştir. Cheng I Sao, Cheng I'ın dulu demektir.



1808 yılında Çin İmparatorluğu Cheng I Sao’yu yakalamaya karar verdi. Ancak çok geçmeden peşinden gönderilen keşif grubunun lideri öldürüldü. Peşine salınan gemilerin yarısı batırıldı ya da ele geçirildi. 1809 yılında Çin hükümeti İngilizlerden HMS Mercury gemisini talep etmek zorunda kaldılar. Korsanları takip için bu gemiyi kullanacaklardı. daha sonra altı portekiz savaşçı gemisi de imparatorluk filosuna dahil oldu.
Cheng I Sao, Avrupa gemilerinden de kurtulmayı başardı. Ancak sonraki yıl kendi isteğiyle korsanlığı bırakmaya karar verdi ve devlet tarafından affedildi. Neredeyse bütün korsanları affedildi. Devletle yaptığı anlaşma sorunu bugüne kadar yağmaladıkları elinde kalacak fakat korsanlığı bırakacaktı. Hayatının geri kalan kısmında Kumarhane işleterek tamamladı.

  • Shih Yang(Cheng I Sao), Asya'da birçok roman, video oyunu ve filmde yer almıştır.






DÜNYA'YA KADIN ELİ DEĞDİ

DÜNYA TARIHINDEKİ DEVLET REİSİ OLAN KADINLAR


Tomris Hatun


Tomris Hatun, dünya tarihine damga vuran ilk kadın hükümdarıdır ve Saka olduğu için de Türk'tür.


  • Yunanlılar ona Leydi Origana derlerdi.


MÖ 530 yılında İran'da yaşayan Perslerin başında “Ahamenid” Hanedanı bulunmaktaydı. O yıllarda ülkenin başındaysa Ahamenid Hanedan Üyesi Büyük Kiros bulunmaktaydı. Büyük Kiros Saka Hükümdarı olan Tomris Hatun'un barışçıl ve devlet askeri sisteminde savunmaya verdiği önemi zayıflık olarak yorumlayarak Saka topraklarına saldırdı. Tomris Hatun pers ordusuyla savaşa girmeyerek çekilmeye başladı. Perslerde kaçan kovalanır mantığıyla da hareket ettiyse de bir sonuç çıkmadı bir süre sonra kovalamaktan bıkan pers hükümdarı İran'a geri döndü ama Sakaların güney toprakları da pers hâkimiyetine girdi.


 Pers Kralı yaklaşık 10 sene sonra Sakaları yok etmek için Tomris Hatun'a evlenme teklif etti. Reddedilmeyi küçüklük sayan Büyük Kiros hemen ordusunu hazırlayarak saldırıya geçti. Bu orduda savaş için eğitilmiş köpeklerde vardı. Tomris Hatun savaş vaktinin geldiğini anlayarak savaş için uygun bir mevziye geçti ve beklemeye başladı. İki ordunun arasındaki mesafe birkaç kilometreydi ama akşam olmaya başladığı için savaş için şafak vakti beklendi. Kiros şafak vaktiyle bir hileye başvurarak Saka-Pers ordugahları arasında bir çadır kurdurtup içine de kadın ve birkaç adam bıraktı. Tomris Hatun'un oğlu ve ona bağlı birlikler çadırı basıp içeride olanları öldürdüler. Hemen ardından Kiros da çıkagelir ve Tomris Hatun'un oğlunu ve adamlarını öldürür. Tomris hatun bu alçakça oyuna çok sinirlenmiştir. Ertesi gün iki ordu ok atışlarıyla çatışmaya başlar. Daha sonra yakın savaşa geçen ordulardan Tomris Hatun ve ordusu galip geldi. Büyük Kiros'ta ölü ele geçirildi




Raziye Begüm Sultan 


Müslümanlığı X. asırda Gazne Türkleri götürdü. O zamandan itibaren XIX. asırdaki İngiliz işgaline gelinceye kadar bu kıtayı asırlarca Türk asıllı hanedanlar idare etmiştir. 

Bunların en meşhurlarından birisi de İltutmuş‘tur’un yerine geçen kızı Râziye Begüm Sultandır.
1236-1240 yılları arasında Delhi Türk Hükümdarlığında hüküm sürmüştür ve Delhi Türk hükümdarlığının tek kadın hükümdarı olmuştur. Ayrıca Raziye Begüm Sultan Türk islam tarihindeki ilk kadın hükümdar olmuştur. 

Hint Memlük(Kölemen) hanedanı mensubudur.
Babası Delhi Sultanı Şemseddin İltutmuş, annesi Terken Hatun’dur. Babası tarafından 1232 yılında veliaht olarak atandı. İltutmuş’un iki oğlu varken, kızı Râziye Sultanı Dehli tahtına veliaht tâyin etmesi; aklı, zekâsı, halkın sevmesi ve saraydaki idârî hareketlerindendir   İltutmuş’un 1236’da ölümünden sonra vasiyetine aykırı olarak kızı Raziye değil, oğlu Rükneddin Firûz Şah tahta çıkarıldı. Firûz’un ülkeyi yönetmedeki aczi görülünce 6 ay 28 gün sonra devlet erkânının desteği ile tahta Raziye Sultan çıkarıldı; Rükneddin Firûz öldürüldü.

Râziye Begüm Sultan, 1236’da Dehli tahtına sâhip olunca, babasının hastalığı ve kardeşi devrinde ihmâle uğramış ve ortadan kakmış an’ane ve âdetleri tekrar canlandırdı. Ülkede âdil bir îdare kurup, ihtiyâç sâhiplerine cömertçe ihsânlarda bulundu. Saltanının başında Nur Türk adlı bir Türk’ün Hindistan'ın değişik bölgelerinden başına topladığı Karmati ve Mülahidelerden oluşan bir grup ile başlattığı isyanı bastırdı. Ardından hakimiyetini tanımayıp Delhi kapılarına dayanan meliklerin isyanını bastırdı. Düzeni sağladıktan sonra Hinduların kuşattığı Rantanbur kalesi’ne yardım gönderdi; kalede kapalı kalan Müslüman emirleri kurtardı
Türk emirlerin nüfuzunu kırma düşüncesi ile Habeş asıllı Cemaleddin Yakut’u Emir âhorluk (ahır beyi) makamına getirdi. Bu durumu hoş karşılamayan melikler, kadın elbiseleri ve örtüden çıktığı, cüppe giyip, külah örterek ve fil üzerinde açıkça halk arasında dolaştığı için onu eleştirip yıpratmaya başladılar. Râziye Sultan, 1238 yılında Gvalyar Seferine çıktı. Gvalyar’da ordu ve ihtiyâç sâhiplerine bol bahşiş ve ihsânlarda bulunup, hediyeler dağıttı. Görev vermede hassâsiyetle hareket edip, kıymetli âlimleri Dehli ’deki Nâsıriyye Medresesine tâyin etti. Ertesi yıl bizzat sefere çıkarak Lahor valisinin isyanını bastırdı. Delhi’ye döner dönmez Taberhind hakimi Altuniye’nin isyanı üzerine tekrar sefere çıkmak zorunda kalan Raziye Sultan, yakalandı ve Taberhind Kalesi’ne hapsedildi. Delhi’de tahta İltutmuş oğullarından Behram Şah çıkarıldı.(1240)

Sultan Raziye'nin esir düşmesinin üzerineden bir ay geçmeden onunla evlenen Altuniye, Raziye'nin tekrar tahta çıkması için onunla birlikte hareket etti. Raziye'nin ve Behram Şah'ın ordusu arasındaki mücadele Behram Şah'ın galibiyeti ile sonuçlandı. Meşur Arap Gezgin İbn-i Batut'ya Raziye Sultan savaşı kaybedince esir düşmemek için kaçmış, fakat kafir bir Hindu Rençber tarafından öldürülmüştür. Bir başka rivayete göre yakalanıp Behram Şah'ın huzuruna çıkarılmış ve orada öldürülmüştür.


Raciye Sultan,


  • Hükümdarlığı süresince Celaletüddin ve Radiyetüddin lakaplarıyla para bastırmıştır.

  • Devlet yöneticiliğinin dışında şairane de bir kişiliği vardır. Şirin-i Dihlevi ve Şirin-i Guri mahlaslarıyla şiir yazmıştır.

  • Raziye Begüm Sultan giyimine çok dikkat eder, erkek elbisesi hiçbir zaman giymez ve yüzüne de nikap(yüz örtüsü, peçe) takardı.



Secer-üd-Dür(Mısır Memlük Sultanı)



Yedinci Haçlı Seferi sırasında Mısır'ın Mansure Şehri'ne olan Haçlı Hücumu sırasında kocası olan Eyyubiler Sultanı Salih Eyyub'un savaş şiddetle devam ederken ölmesi dolayısıyla sultanlık görevini yüklenmiştir. Sonradan gelen Eyyubiler Sultanı Muazzam Turanşah da bir suikastle öldürülünce 2 Mayıs 1250'de Sultana olarak Kahire kalesinden ilan edilmiştir. Böylece islam döneminde Mısır'da hükümdarlık yapan ilk ve tek kadın olmuştur. Bu tarih Mısır'da Eyyubiler hanedanının sona ermesi ve Memlûk Devleti Devleti'nin başlangıcı olarak kabul edilir. 


  • Memluklar'ın ilk aynı zamanda da tek kadın hükümdarı olan Şecerü'd-dür, Eyyubi Sultanı Salih Necmeddin Eyyub'un eşiydi. Türk asıllı bir cariye olan Şecerü'd-dür, eşi 1249'da ölünce oğlu Turanşah'ın hükümdar olmasında rol oynadı. 


Turanşah IX. Louis'nin düzenlediği haçlı seferi yüzünden karışıklık içinde bulunan ülkede düzeni sağlayamadığı gibi ordu komutanları ve annesiyle de arası açıldı. Askerler 1250'de Turanşah'ı öldürdüler ve Şecerü'd-dür'ü hükümdar ilan ettiler. 

Şecerü'd-dür kısa bir süre sonra bir kadının hükümdar olmasının İslam dünyasında yarattığı tepki üzerine komutanlardan İzzeddin Aybek ile evlendi ve hükümdarlığı ona bıraktı.

Kocasına öteki karısı ile görüşmesini yasaklayan kıskanç Şecer ud-Durr, Aybek'in Musul Atabeğinin kızı ile nişanlanınca Aybek’i öldürttü. Şecer ud-Durr, böylece eşinden intikam almıştı ama tadını fazla çıkaramadı çünkü Memlukler hükümdarı öldürenin Şecer-üd-dür olduğunu düşünüyorlardı.  Aybek’ın oğlu tahta oturtulduğu gün Şecer üd-Dürr, onun annesine götürüldü. Kaderin cilvesindendir ki vaktiyle Şecer ud-Durr Aybek’le evlendiği zaman ona eski karısını ve oğlunun annesi ile görüşmesini yasaklayıp onu boşaması için zorladığı kişi işte bu yeni sultanın annesinden başkası değildi. O zaman kocasının bu tutumunu tasvip etmese de karşı koyamayan bu kadın, şimdi Aybek’in katili olan Şecer üd-Dürr’un, karşısına tutuklu olarak getirilince rakibesine beslediği nefret duygularını açığa çıkarmanın ve bu sefer  ondan intikam almanın zamanı geldiğini anlamış ve cariyelerine onu öldürmelerine emretmişti. Onlar da Şecer ud-Durr’un başına hamam takunyaları ve hamam taslarıyla vurarak feci şekilde dövmeleri sonucunda ölmüştür ve cariyeler  cesedini kalenin surundan aşağıdaki hendeğe atmışlardır (1257). Cesedi orada birkaç gün orada kalmış ve Mısır sokaklarında Şecer ud-DurrÜn ölümüyle  ilgili gizemli hikayeler anlatılmaya başlanmıştır.Daha sonra cesedi kokmaya başlayınca bir küfe içinde taşınıp türbesine defnedilmiştir



1.Katerina 


5 Nisan 1684 tarihinde Letonyalı bir köylü ailesinin kızı olarak Kurşas'ta dünyaya geldi. Doğduğu zamanki ismi “Marta Elena Skavronska” idi. Asıl adı Marta Skrovnovska olan Çariçe Katerina üç yaşında öksüz kaldı ve bir papaz tarafından büyütüldü. Ruslar, İsveç ile yaptıkları savaşlar sırasında Katerina'yı esir aldılar ve kimsesiz köylü kızı, Çar Petro'nun danışmanlarından birinin hizmetçiliğini yapmaya başladı. Görevi, danışmanın konağında çamaşırcılıktı. Katerina, bu arada efendisinin konağına sık sık gelen Çar'ın gönlünü çelmeyi başardı.


  • Evdoksiya Lopuhina adını taşıyan 1. Petro'nun ilk eşi, Petro'nun "gâvur" adetlerini Rusya'ya getirmesine şiddetle karşı çıkıyor, onun Avrupaî kıyafetler giymesine, bir "Rus" gibi davranmayışına, dil ve zihniyetindeki değişmeye sürekli itiraz ediyordu. Bir başka deyişle Petro'nun "delilikler"ine tahammül edemiyor, onun Rusya'yı dejenere ettiğine inanıyordu. Yatak odasındaki bir muhalefete tahammülü olmayan Petro da onu 1700 yılında Suzdal'da bir manastıra kapattırmış ve bir rahibe gibi çarşafa sokmuştu! Üstelik de saçlarını sıfıra vurdurarak!


1703'te  Katerina, Çar'dan bir çocuk dünyaya getirdi ve 1705'de Ortodoks dinine geçti. Ekaterina Aleksiyevna adını aldı. Katerina'nın Prut Savaşı sırasında barışı sağlamak bizzat Osmanlı sadrazamı Baltacı Mehmet Paşa'yla müzakerelere katıldığı ileri sürülmektedir ama ortaya atılan bu fikri kanıtlayan bir belge yoktur.

Baltacı Mehmet Paşa, Rus Ordusu'nu köşeye sıkıştırdı fakat yeniçerilere güvenmeyen Mehmet Paşa'da Rusya ile antlaşma imzalamasıdır. Mehmet Paşa'ya bu kadar yüklenilmesinin sebebiyse Savaşmaya devam etseydi; Çarlık Rusyası'nı tarih sahnesinde etkin olmaya başlamadan yok edebilirdi. Son derece hassas birisi olan Baltacı Mehmet Paşa kendileriyle görüştüğü Rusya Dış İşleri bakanları Sefirov ve Mihail'in kendilerine getirdigi hazineyi dahi herkesin gözü önünde almıştır.

Prut savaşından sonra Katerina, 1712 Şubat'ında Çar ile resmen evlendi. 1724'te taç giydi, 1.Petro'nun bir yıl sonra vâris bırakmadan ölmesi üzerine de asillerin muhalefetine rağmen saray muhafızlarının ve bazı askerlerin desteğiyle "Çariçe" ilân edildi.

1. Katerina, Çarlık Rusyası'nın tarih sahnesine çıkmasında büyük katkıları olmuştur. Devlet işlerini kocasının daha önce belirlemiş olduğu altı kişilik bir danışmanlar heyetine bırakan Katerina, dış politikada İngiltere, Fransa ve Prusya'nın oluşturduğu Hannover Birliği'ne karşı Avusturya ile İspanya'nın tarafını tuttu. Büyük Petro'yla evliliğinden 11 çocukları oldu. Bunlardan sadece Anna ve Yelizaveta yaşadılar. Yelizaveta daha sonra Rusya'nın çariçesi oldu. 2 yıl hüküm sürdükten sonra 17 Mayıs 1727 tarihinde tüberküloz hastalığından Petersburg'da öldü



2.Katerina(Catherine)


1729 da alman prensinin kızı olarak Sophie ismiyle dünyaya gelmiştir. 16 yaşındayken Rusya’ya gelir ve tahtın varisi olan Petro ile evlenir. Ortodoksluk mezhebine geçip adını da Katerina olarak değiştirmiştir.


  • Zamanla aşırı Rus milliyetçisi haline gelmiştir. Bir rivayete göre doktara gidip kanımdaki son alman kanını da al dediği söylenir.


Kocası olan dönemin hükümdarı 3.Pedro’nun kendisinden boşanmak istediğini düşünerek yanına sevgilisi Grigori Grigoryeviç Orlov ve bazı imparatorluk muhafızlarıyla Pedro'yu tahtan indirdi ve 9 Temmuz 1962’de muhafızlar, senato ve kilisenin onayıyla Çariçe ünvanıyla tahta geçti.

1768-1774 ve 1787-1791 Osmanlı-Rus Savaşları


Bu savaşta büyük kayıplar veren Osmanlı Devleti 1.Abdülhamit Han'ın tahta geçişiyle Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamıştır. Bu antlaşmayla Osmanlı Kırım'ın bağımsız olduğunu kabul etti ama 2.Katerina ve onun meşhur komutanı General Potemkin Kırım'ı Rusya toprağı olarak görmek istiyordu. Bu sebeple 1783 yılında artık zamanı gelmiştir diyerek kırımı ilhak girişiminde bulundu. 1.Abdülhamit Han zamanında gerçekleşen bu olayı kabullenemeyen Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş açtı. 1787-1791 arası Osmanlı-Rusya Savaşına girdiler. Ancak Osmanlı bu savaşta tekrar yenildi ve 1.Abdülhamit Han'ın vefatı sonucu tahta geçen 3.Selim Ruslarla Yaş antlaşmasını imzaladı ve Kırım’ı Rusya'ya vermeye razı oldu. Osmanlı için Kırım'ın kaybedilmesi felaketti. Çünkü ilk defa halkı müslüman olan bir Osmanlı toprağı Hristiyanlara verilmişti. Bu gibi sebeplerden ötürü 2. Katerina Rusya’sı Osmanlı reformlarını hızlandıran unsur  oldu. Kırımın alınmasıyla Rusya Karadeniz’de Donanma üssü elde etmiş oldular.


  • Katerina zamanında Rusya bugünkü Fransa büyüklüğünde bir toprak kazandı. Gürcistan'ın işi bitirildi ve Kırım Hanlığı tarihe karıştı. Lehistan'ın kendi topraklarına katıp tarih sahnesinden sildi. Lehistan'ın tekrar tarih sahnesind çıkması 1. Dünya Savaşı sonunda Polonya adı ile kurularak gerçekleşti.


2. Katerina'nın Özel Hayatı 


2. Katerina kendini büyük sanat aydını olarak görüyordu. Dönemin Fransız Yazarları; Voltaire, Diderot ve D'Alambert ile yazışmalar gerçekleştiriyordu. Ayrıca 1764 yılında Avrupa’dan getirttiği 250 tabloyu sergilemek için St. Petersburg’da “Hermitage Müzesi’ni inşa ettirdi.

2.Katerina Çariçeliği sırasında hiçbir evlilik yapmamıştır ama çok sayıda erkekle aşklar yaşamıştır.
Bu aşkların en ihtiraslısı da General Potemkin ile olmuştur ama o cephedeyken kendine daha küçük ihtiraslı aşklar yaşatıyordu.
Tarihçi İlbey Ortaylı'nın da belirttiği gibi “Büyük Katerina” da dediler “Taçlı Fahişe” de.

2. Katerina oğlu Pavel Petroviç'e çok kötü davranırdı ve ona adeta hapis hayatı yaşattığı rivayet edilir.

2. Katerina 17 Kasım 1796 da banyoda beyin kanaması geçirdi ve öldü.


  • 34 yıl boyunca Rusya'yı yöneten 2.Katerina 18.y.y Rusya'sına damga vurmuştur. 1796'da St. Petersburg’da 67 yaşında öldü.


( Yeterli Araştırma yaptıktan sonra 4-5 isim daha ekleyeceğim) 

Osmanlı'ya Yapılan İhanet (2.Viyana)

2. Viyana Bozgunu



 17. yy'daSultan 4.Mehmet egemenliğinde Osmanlı Devleti adeta ikinci baharını yaşarken Avusturya İmparatoru 1.Leopold'un Protestan olan Macaristan halkına yapması sonucu, Macarlar Tökeli İmre önderliğinde ayaklanıp, Osmanlı'dan yardım isterler. Macar Beyi İmre Tökeli, Osmanlı himayesine aldı.

İmre Tökeli, Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı Avusturya'nın elinde bulunan Macar kalelerini geri almaya teşvik etti. Varad Beylerbeyi Hasan Paşa'da Orta Macaristan'a ait kaleleri geri aldı ayriyeten Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından Macaristan Kralı ilan edilen İmre Tököli’ye verdi.

Avusturya imparatoru Leopord bu kaleleri geri alınca, Kanuni'nin Macaristan'ı almasından sonra gerilmeye başlayan Avusturya-Osmanlı ilişkileri  daha da bozuldu. Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa bu olay üzerine savaş istemeye başlamıştı fakat Padişah 4. Mehmet savaş istemiyordu. Sadrazam, padişahı da ikna etmek amacıyla Yeniçeri Ağası Bekri Mustafa Paşa aracılığıyla yeniçerileri kışkırttı. Bu sıralarda Macar halkı da Avusturyalı Almanların zulmünden bıkarak Tökeli İmre'nin kapısına dayanıp savaş istiyordu. Tökeli İmre'ye biz Avusturya idaresini kabul etmiyoruz, biz Osmanlı İdaresi'ni istiyoruz diye dayatmada bulundular.

Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ve yeniçerilerin istekleri üzerine padişah Reisülküttabı ve Çavuşbaşı’yı, Avusturya elçisiyle görüşmek üzere görevlendirdi.
Osmanlı cephesi barışın yenilenmesi tarafındaydı ancak Yanık Kalesi'nin Osmanlılara bırakılması ve yapılan savaş hazırlıklarının tazmini istendi. Avusturya elçisi. Kont Caprara’nın barışı sadece biz istersek yaparız demesi üzerine göz hapsine alındı. 6 Ağustos 1682’de Topkapı Sarayı'nda toplanan bir mecliste savaş kararı aldı.
Savaş sebepleri olarak ; Avusturya Devleti'nin 1664 Vasvar Barış Şartlarını çiğneyerek sınır ihlali yapması, çapulculuk yaparak sivil vatandaşları esir alıp onlara zulüm etmesi üzerine sınır beylerinden alınan şikayetler savaş sebebi olarak görüldü.

Avusturya, Osmanlı Devleti ile savaşmak istemiyordu ama savaşın kesinleşmesi üzerine Avusturya İmparatoru Leopold başta papalık olmak üzere İspanya, Venedik, Fransa ve Lehistan'dan yardım istedi. Fransa, Avusturya'ya yardım etmemekle birlikte düşmanca bir davranışta da bulunmayacağını bildirdi. Papa 11. İnnocentius’ta Katolik devletlerin Avusturya'ya yardım etmesi için çalışıyordu. Papanın da etkisiyle 31 Mart 1683’te Lehistan Bucaş Antlaşması ile Türklere bıraktığı yerleri geri almak ve buna ilaveten Eflak ve Bogdan'ı da almak koşuluyla Avusturya ile ittifak oldu.

Sadrazam Kara Mustafa Paşa ve ordusuyla Belgrat'a gelen 4.Mehmet burada Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'yı Serdar-ı Ekrem ilan ederek geriden gelen ordugahtan orduyu takip etti


7 Temmuz 1683’de Viyana önlerine gelen Osmanlı Ordusu, burada elliye yakın kaleyi ele geçirmiştir. Avusturya Ordusu başkomutanı Duc Charles; Osmanlı ordusunun ileri hareketine engel olmak için Aşağı Avusturya sınırına ve Leyta Nehri'nin arkasındaki araziye askerini yerleştirmişse de, sevk edilen Osmanlı ordusu karşısında bozguna uğramışlardır. Bunu haber alan Avusturya İmparatoru I. Leopold, saray halkı ile birlikte kaçarken, halk da Viyana şehrini terk etmiştir. 

Osmanlı askerleri; direnişi kırarak şehre girmeyi başaracağı sırada Macarların iç tahkimatlarıyla karşılaşmışlardır. Bu sırada da, Lehistan Kralı Sobieski komutasındaki 20 bin süvari, Avrupa’daki  çeşitli prensliklerin gönderdikleri askerleriyle Tulin önlerinde birleşir. Kaynaklar, bu müttefik ordunun 70 bin olduğunu ve kuşatmanın başında Osmanlı askerinin 60 bin civarında olduğunu kaydetmektedir. Bu durum karşısında Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, müttefik Avrupa ordusunun Viyana’ya girişini engelleyebilmek için, Kırım Hanı Murad Giray’a; şehre geçit yeri olan Taşköprü üzerindeki Tuna nehri arkasına mevzilenmesini emreder. Ancak, Merzifonlunun bu plânı Kırım Hanının ihanetiyle bozulur. 
Viyana muhasarasına katılan Silâhtar “Fındıklılı Mehmet Ağa”, daha sonra yazmış olduğu 'Silâhtar Tarihi' adlı eserinde, büyük bir üzüntüyle hâdiseyi şöyle anlatır: 'Düşman Tuna nehri üzerinden geçerken Murad Giray düşman askerine karşı çıkacağı yerde; bir tepe üzerine çekilip onları seyretmeye başlamış yanında bulunan kendi imamı bile onun bu haline itiraz ettiği halde: 'Sen bu Osmanlı’nın bize ettiği cevri bilmezsin. Bilirim ki dinimize de ihânettir! Lâkin asaletim beni komadı. Anlar da görsünler kendilerinin kaç akça âdem imiş. Tatar kadrin kıymetini bilsinler!' cevabını vermiştir. 

Bu hâdiseden bir gün evvel, Viyana’nın ormanlık bölgesindeki Kehlenberg Dağı'nın arka yamaçlarından gelmiş olan düşman ordusu da; Tuna nehri üzerindeki köprüden geçen Leh Kralı Sobieski komutasındaki askerlerle birleşerek, Osmanlı Ordusu karşısında bir güç oluşturmuşlardır. Düşman ordusu karşısında mevzilenen Osmanlı ordusu, bu defa Budin beylerbeyinin ihânetiyle karşılaşmıştır. Ordunun sağ tarafını komuta eden vezirlerden Budin beylerbeyi Arnavut İbrahim Paşa, yukarıda belirtildiği üzere Edirne’deki harp meclisinde Merzifonlu ile tartıştığı için, intikam hissiyle hareket etmiş ve savaşın başladığı sırada askerini geri çekerek, Osmanlı saflarının bozulmasına sebep olmuştur. Bu fırsatı değerlendirerek, düşmanın Osmanlı ordusu orta saflarına girdiği sırada bu defa ordunun sol tarafına komuta eden Kırım hanı Murad Giray da bu olaya seyirci kalmakla ikinci ihaneti orada işlemiştir. Buradaki meydan savaşının kaybedilmesinde ve II. 

Viyana Muhasarasının neticesiz kalmasında bu iki şahıs önemli rol oynamıştır. Bu meydan muharebesinde şehit olan Osmanlı askeri sayısının on bin civarında olduğu rivayet edilmektedir. 

Viyana’yı koruyan surların tahrip edilmesinden sonra şehre hücum etme konusunda kararlı olan Merzifonlunun, beklenmedik bir şekilde Avrupa müttefik ordusuyla karşılaşması; onu, kuşatmayı kaldırmak zorunda bırakmıştır. 

1071 Malazgirt Meydan Muharebesiyle başlayıp, II. Viyana Kuşatması’na kadar 612 yıl devam etmiş olan askerî başarılar; adı geçen komutanların ihmal ve ihaneti ile sona erer. 
Merzifonlunun Viyana’da düşman kuvvetlerine karşı hazırladığı plânının bozulmasına sebep olan Murad Giray’ın bu tutumunun, Edirne’deki harp divanındaki görüşmeler sırasındaki tartışmadan kaynaklandığı sanılmaktadır. Ancak Fındıklı Mehmet Ağa’nın yukarıdaki rivayetlerinden, Murad Giray’ın yıkıcı bölücü düşünceler taşıdığını söylemek mümkündür. II. Viyana Kuşatmasında Kırım Hânı şeytanın kandırmasına kapılmıştır. .

  • Osmanlı'nın yenilebileceğini öğrenen Avrupalılar bu fırsat bir daha ele geçmez diyerek Kutsal-İttifak adı altında Osmanlı'ya birleşip savaş açtılar.
 Haçlı ittifakıyla olan savaşın devam ettiği sıralarda askerler isyan edip 4. Mehmet i suçladı ve onu tahtan indirip yerine şehzade Süleyman’ı tahta  geçirdiler

Küçük Kıyamet; Veba

Veba ( Kara Ölüm)


Veba bir zamanlar Dünya'ya korku salmış bir hastalıktır.
Bu hastalık MÖ 9 ve 10. yy'den beri bilinmekte olmasına rağmen teşhisi 19. yy'ın son yıllarında çinli bir bilim adamı tarafından bulunmuştur. Bu çalışma daha sonra geliştirilerek tedavisi bulunmuştur.
Tedavisi sulfamid ve beraberinde streptomisin, kloramfenikol veya tetrasiklin grubu bir antibiyotiğin yüksek dozda devamlı kullanılmasıdır.


Hastalığa yakalanan insanlar hastalığın etkisini 2-8 gün içinde hisseder. Hastada, aniden başlayan baş ve sırt ağrıları, ateş, titreme, kusma, nefes darlığı, halsizlik, deri lekeleri, burun kanaması, kan tükürme, kasık ağrıları ve devamlı dalgınlık görülür. Dili de kahverengi ve kurudur.
Orta Çağ' da insanlar bu hastalığın farelerden kaynaklandığını düşünüyordu. İşin aslının öyle olmadığıysa 1894’te Hong Kong'ta tespit edilmiştir. Tespite göre farelerden insanlara geçtiği tanısı yanlıştır. Kıran , peste veya plague diye de bilinen bu hastalık farelerin üzerinde taşıdığı pirelerden insanlara geçen bir hastalıktır. Pireler “Yersinia Pestis” adında bir bakteri taşıyordu. Yersinia Pestis adındaki bakterinin ortaya çıkış nedeni ise pislik ve güneş ışığından mahrum kalmanın etkisinin sonucudur. Yani bu hastalığın farelerde yaygın olması pek tesadüf değildi. Çünkü kedi vebası, sığır vebası gibi, vebanın türleri vardır ama bunlar pek yaygın olmamıştır. Hal böyle olunca
kedilerin öldürülmesi farelerin artmasına sonuç vereceğinden veba daha büyük alanlara daha kolay yayılacaktı.


Veba 14.yy'da Avrupa kıtasının üçte birini yok etti. Avrupa kıtasında toplamda 25 milyon insanın ölümüne yol açan vebanın, Çin’de ortaya çıktığı; ipek yolu üzerinden Kırıma taşınıp ve buradan da Avrupa Kıtası'na geçtiği kabul edilir. Ceneviz kadırgasıyla da Akdeniz’e taşınmıştır.


Avrupa'ya Verdiği Zararlara Örnekler


Bristol'de nüfusun 10 da 9 u

Norveç ve İzlanda'da nüfusun 3 te 2 si

Avignon'da 150 bin

Paris'te 50.000

Londra'da 100.000

Venedik nüfusunun %70 i

Ceneviz'in %68 i

Floransa'da 45.000

Marseilles'te bir ayda 16.000

Siena'da 70.000 insan ölmüştür.


  • 1351 yılında Papa Clement için Kıta'daki ölü sayısı 23.840.000 olarak hesaplanmıştır.

  • 14. yy'da gerçekleşen kara veba, tarihin en bilinen veba salgınıdır. Çünkü sonucu en ağır olan veba salgını bu dönemde olmuştur. Kara veba denince akla ilk Avrupa gelmesine rağmen Asya ve Afrika Kıtaları'nda da büyük zararlar vermiştir.




Vebadan en çok çekmiş kıtanın Avrupa Kıtası olması tesadüfi değildir. Avrupa halkı kedilerin uğursuzluk getirdiği inancı içerisindeydi. Bu sebepten ötürü başta kara kediler olmak üzere kedileri öldürmüşlerdir. Bir diğer sebebi olan pislikse yine bu Kıta’da fazlaydı. Avrupa'da 19.yy'a kadar yıkanma anlayışı da pek yoktur. Peki bu insanlar neden yıkanmak istemiyordu ? Avrupa'da veba hastalığının kirli havadan ötürü ortaya çıktığı görüşü yaygındı. Halk eğer yıkanmazsak derideki gözeneklerimiz açılmaz ve kirli hava buralarda nüfuz edemezdi gibi saçma bir inanış içerisindeydi. Kıta'daki diğer bir saçma inanış ise hastalığa Yahudilerin sebep olduğu yönündeydi. Hastalıktan kurtulabilmek için Yahudilere zulmedip onları canlı canlı yaktılar.
Yine tesadüfi olmamakla birlikte hastalığın Avrupa Kıtası içerisindeki yayılmasını kolaylaştıran unsur pislikti. Örnek vermek gerekirse, Fransızlar Orta Çağ'da içinde dışkılarının bulunduğu leğenleri camlardan, balkonlardan aşağı dökerdi. Bundan ötürü Fransa'da topuklu ayakkabı ve şemsiyenin gelişmiş olması tesadüfi değildir.


Günümüze En Yakın Veba Salgını; Pandemi(1855-1950)

1855'te Çin'in Yunan Eyaleti'nde başlayıp yayılan, "Pandemi" adıyla anılan bu Veba Salgını Çin ve Hindistan'da toplanda 12 milyon insanın ölümüne yol açmıştır.1959 yılına kadar da az az görülmüştür.


Osmanlı'da Veba 

Osmanlı'da veba 1778 yılında Galata/İstanbul'da görüldü. 17. yy'da da görülmesine rağmen asıl vurucu etki 1778 yılında başlar ve 19. yy'ın başına kadar devam eder. Hastalık ticaret yoluyla genel olarak gemilerle yayıldığı için Osmanlı'da vebadan en çok etkilen doğal olarak donanma oldu. Hastalık Osmanı'ya büyük hasarlar vermiştir.

1778' istanbul Halkı'nın üçte biri

1781'de Selanik'te günde ortalama 300 kişi

1783'te Saraybosna'da 18 bin kişi

1784'te İzmir'de günde 300-400 kişi

1785'te Ankara Nüfusu'nun yarısı

1785'te Akka Nüfusu'nun yarısı

1787'de Halep'te 4 günde 1400 kişi öldü.




Günümde Vebanın Görülmemesinin Nedenleri



  • Etrafa vebayı saçan farelerin(sıçanların) veba mikrobuna karşı dirençli hale gelmesi

  • Günümüzde su-kanalizasyon sistemlerinin daha uygun olup insanların daha hijyenik ortamda yaşıyor olması

  • Haşere ile savaş konusunda daha başarılı olunuşu ve hastalığa yönelik uygun tedavi imkanlarının olması hastalığın çok daha nadir ortaya çıkmasını sağlıyor.


Şükran Günü ( Thanksgiving Day)

Şükran Günü (Thanksgiving Day)



ABD'de ve Kanada'da hasata ve geçmiş yılın tüm nimetlerine şükretmek için kutlanan bir bayramdır. Bayramın kökeni Plymouth'taki ilk İngiliz kolonicilerin (Pilgrimler), Wampanoag Kızılderilileri ile ortak düzenlediklerine inanılan bir hasat yemeği.
"Thanksgiving", Tanrıya teşekkürleri iletmenin ve minnettarlığın bir ifadesidir.

Bizde Şükran Günü olarak bilinen bu günü Amerika'da ilk kez "Pilgrimler" kutlamıştır. "Pilgrimler", Yeni İngiltere'ye (Amerika'daki "New England" Bölgesi) yerleşen ilk insanlardır. Yerlisi oldukları İngiltere'de gördükleri dini zulümler yüzünden 1609 yılında dini özgürlüklerini elde etmek için İngiltere'den ayrılıp Hollanda'ya göç ettiler. Birkaç yıl sonra Pilgrimlerin çocukları Felemenkçe konuşmaya ve Hollanda'nın yaşam tarzına bağlanmaya başladılar. Hollandalılar ‘ın düşünce ve yaşam tarzlarının çocukların eğitimi ve ahlakları ayrıca kültürleri için bir tehlike oluşturmaya başladığını düşünen Pilgrimler, Hollanda'dan ayrılmaya ve daha iyi bir yaşam için Yeni Dünya'ya gitmeye karar verdiler.
1620lerde Avrupa’dan yerleşim için ilk kez May Flower gemisiyle ABD’ye gelen Pilgrimler ilk geldiklerinde aylarca süren yolculuklarından dolayı yorgun, hasta ve açtırlar. Kızılderililer onları karşılar ve yiyecek verir, hindi avlamasını, mısır ekmesini öğretirler.

 İçlerinde Amerikan Tarihçilerinin de bulunduğu birçok tarihçi bu konuda şunları söyler; Eğer Kızılderililer ilk yerleşen insanlara yardım edip, onlara hayatta kalmayı öğretmeselerdi; göçmenler 1 hafta bile dayanamadan ölüp giderlerdi. Yani şu an değil Dünya’ya hükmedecek bir devlet tuvalet bile kurabilir miydiler ayrı bir muamma.

Üç yıl sonra İngiliz Vali William Bradford büyük bir yemek hazırlar ve Kızılderilileri çağırır. Kızılderililerin şefi Massoit 90 kişiyle bu törene katılır.
Amerika'da geçirdikleri ilk kış Pilgrimleri harap etti. Soğuk ve açlık, 46 Pilgrim'in yaşamını yitirmesine neden odu. Bölgeye gelen Kızılderililer ‘in yardımı ile ve havaların ısınmasıyla beraber Pilgrimler toparlanmaya başladı ve ilk kışı atlattılar. Ekim ayında aldıkları hasat çok başarılıydı ve kış için yeterli yiyecekleri oldu. Mısır, patates ve kabak ilk ektikleri ürünlerdi. Evlerini inşa etmişler ve Kızılderili komşuları ile barış içinde yaşamaya başlamışlardı. O zamanın valisi William Bradford, bütün kolonistler ve Kızılderililer tarafından kutlanması için "Şükran Günü “nü ilan etti.




1770'lerin sonundaki Amerikan İhtilali sırasında, Anayasa Meclisi (ilk meclis) tarafından bu günün ulusal bir gün olması teklifi getirildi. 1817'de New York eyaleti Şükran Günü'nü geleneksel bir gün olarak kabul etti. 19. yüzyılın ortalarında diğer eyaletler de Şükran Günü'nü kutladı. 1863'de Başkan Abraham Lincoln, Şükran Günü'nün ulusal bir bayram olmasını önerir, ancak bu öneri, 1941'de Kongre'de karara bağlanır ve her yılın Kasım ayının son perşembesi ulusal bayram ilan edilir. O günden itibaren, Amerikan tarihindeki her başkan, her yıl kasım ayının dördüncü perşembesini tatil olarak belirleyip, bir Şükran Günü kutlaması yayınladı. Kanada'da ise ekim ayının ikinci pazartesi Kutlanır.


Şükran Günü'nde bütün aile bireyleri bir araya gelir ve anılarını canlandırırlar. Yemek sofrasında Tanrıya verdiği nimetler için dua ederler. Hindi, patates, mısır ve kabak tatlısı sofranın meşhur yiyecekleridir. Hatta hindi bu günün simgesi şeklindedir. Çocuklar Şükran Günü planlarına mutlaka dahil edilir çünkü dekorasyonlarda, masa hazırlamada ve bayramın hazırlanmasında en büyük yardımcı onlardır. Bu günün ilginç bir özelliği ise, akşam yemeği için sade bir masa örtüsü alınır ve masaya örtülür. Şükran Günü'nün akşamında sofradaki her kişi, o yıl Tanrıya en çok şükran duydukları bir olayı anlatırlar ve tarihini masa örtüsüne yazarlar. Her yıl tekrar bir araya geldiklerinde bir önceki yılı hatırlayarak hoşça vakit geçirirler. Gecenin geri kalan kısmına ise Amerikan futbolu izleyerek devam ederler.


  • Kısaca değinmek gerekirse Şükran Günü'nde yemek masası onlar için büyük önem taşımaktadır. (Bizdeki Ramazan bayramı gibi sadece onlar bir gün ve kültürün de sonucu olarak farklı kutluyor)


BİR ARAYA GELME VE YARDIMLAŞMA


Birçok Şükran Günü geleneği 1621 hasat kutlamalarından gelmektedir.  Süslemelerde sıklıkla buğday veya mısır demetleri kullanılır.  Fırında pişmiş hindi, cranberry sosu, tatlı patates ve balkabağı tartı Şükran Yemeği’nde yaygın olarak sunulmaktadır.  ABD nüfus yapısı değiştikçe Şükran Günü yemekleri de çeşitlenmektedir.  Günümüzde hindinin yanında rahatlıkla kuskus, tuzlama lahana, ve hatta mısır, kıyma ve kırmızı biberle yapılan tamales, ve tabuleh  gibi yemekleri görebilirsiniz.

Kolejler Şükran Günü okulda kalan öğrenciler için özel bir yemek sunarlar. Uluslararası öğrenciler ise yerel aileler ile birlikte şükran yemeğini paylaşmaya davet edilirler.  Yurt dışında konuşlu A.B.D. askerlerine de Şükran yemeği sunulur. Amerikalılar evlerinde masaya oturup şükranlarını belirttiklerinde genellikle özgürlüklerine ve onun korunması için gösterilen fedakarlıklara minnetlerini ifade ederler.

Birçok kişi Şükran Günü yemekler hazırlar ve ihtiyaç sahiplerine sunar.  Bazıları yemek kampanyalarına bağışta bulunur, yemek depolarında çalışır veya çorba mutfaklarına, kiliselere ve diğer hayırsever gruplara gıda malzemelerini teslim eder.
Şükran Günü aileler bir araya  gelmek için özel bir çaba harcadıklarından, bu dönem yılın en yoğun seyahat zamanıdır. En gözde etkinlikler, New York’taki Macy’s Mağazası’nın gösteri geçişini, ve ülkenin her yerindeki Amerikan futbolu maçlarını televizyonlardan izlemektir. Şükran Günü’nden sonraki gün, Amerikan perakendecileri için önemli bir zaman olan  Noel alışveriş dönemi başlar.

Tuhaf bir Şükran geleneği de A.B.D. Başkanı tarafından bir hindinin canının bağışlanmasıdır, böylece yemek masasına hindisiz oturulur. Bu kuş geri kalan yaşamını bir evcil hayvan bahçesinde sürdürür.



  • Günümüzde Kızılderili unsurlardan ayrışarak yalnız aile ve tanrıya adanan bir hal almıştır. . Hindi bu günün geleneksel yemeğidir



Yerliler, göçmenleri her zaman koruyup kolladı. Fakat Avrupalıların bitmek bilmeyen para ve öldürme aşkıyla tanıştılar. Avrupalılar tarafından karaya ayak bastıkları ilk tarihten itibaren katledilip (1492-20.yy'a kadar sayının 150 milyona vardığı belirtilir.), daha sonralarda da bir oradan bir oraya sürülüp durdular. Önce Kızılderilileri bir bölgeye atıyorlar. Daha sonra orada maden yatakları bulduklarında onlardan topraklarını satın alıyor, topraklarını satmayanlarıysa öldürüyorlardı. 19.yy'dan itibaren de asimilasyon politikaları uygulamışlar. İşte bir hayat kurtarmanın bedeli. Karaya ayak bastıkları ilk gün Kristof Colomb'u öldürselerdi başlarına bunların hiçbiri gelmeyecekti ama onlar ne yaptı? Gemileri gördükleri ilk anda Okyanus'a girip onları çiçekle karşıladılar. Çünkü onlar barbar değil, Kızılderili’ydi.
Bunları neden mi araya sıkıştırıverdim ? Çünkü bütün olanlara rağmen iki vicdanlı adam çıkıp böyle bir gün ilan ediyor ancak çok kısa sürede asıl amacından saptırılıp, sadece kendi zevk ve eğlenceleri için kullanmaya başladılar.

AYASOFYA

Ayasofya'nın Tarihi Süreci


Ayasofya çeşitli isyanlarsan ötürü aynı yerde 3 defa yapılmıştır. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5. yüzyıldan itibaren ise Ayasofya olarak tanımlanmıştır. Binanın adındaki “Sofya” sözcüğü eski Yunanca’ da bilgelik anlamına gelen sophos sözcüğünden türetilmiştir. Yani Ayasofya “kutsal bilgelik” demektir.  Ayasofya dönemin imparatorluk kilisesidir. Bu sebepten ötürü imparatorların taç giydiği yerdir. Katedral işlevi görmüştür.


Birinci kilise, İmparator Konstantios (337-361) tarafından 360 yılında yapılmıştır. Üstü ahşap çatı ile örtülü, uzunluğuna gelişen bazilikal planlı birinci yapı, İmparator Arkadios’un (395–408) karısı İmparatoriçe Eudoksia ile İstanbul Patriği İoannes Chrysostomos arasında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle, patriğin sürgüne gönderilmesi üzerine 404 yılında çıkan halk ayaklanması sonucunda yakılıp yıkılmıştır. 
Günümüzde ilk kiliseye ait herhangi bir kalıntı bulunmamakla birlikte, müze deposunda bulunan Megale Ekklesia damgalı tuğlaların bu yapıya ait olduğu düşünülmektedir.

İkinci Kilise, İmparator II. Theodosios (408-450) tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu yapının, beş nefli, ahşap çatı ile örtülü ve anıtsal bir girişe sahip bazilikal planda olduğu bilinmektedir.
Kilise, İmparator Justinianos’un (527–565) 5. saltanat yılında, aristokrat kesimi temsil eden maviler ile esnaf ve tüccar kesimi temsil eden yeşillerin(Bir nevi solcu, sağcı) İmparatorluğa karşı birleşmesi sonucunda çıkan ve tarihte “Nika İsyanı” olarak geçen, büyük halk ayaklanması sırasında 13 Ocak 532 yılında yıkılmıştır.


Günümüz Ayasofya’sı imparator Justinious(527-565) tarafından döneminin dünyadaki en ihtişamlı yapı olması amacıyla yaptırmış olduğu yapıdır. Ayasofya için 6.yüz yılın en ünlü mimarlarından Miletli İsidaros ve Trallesli(Aydınlı) Anthemius’u görevlendirmiştir. Binanın yapımı için 10 bin işçi görevlendirilip büyük paralar harcanmıştır. Tarihçi Prokopios’un aktardığına göre, 23 Şubat 532 yılında başlayan inşa, 5 yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmış ve kilise 27 Aralık 537 yılında törenle ibadete açılmıştır. 
Ayasofya'nın inşaatı esnasında çöken kubbenin yeniden yaptırılmasına kadar geçen süreçte Bizans imparatoru 1.Justinyen'in  kraliyet tacını takmayı reddetmiş olduğu da kayıtlarda yer alır.
Kaynaklarda imparator 1.Justinyen'in Ayasofya'nın açılış gününde, Kudüs'teki Hz. Süleyman’ın Mabedini kastederek “ Ey Süleyman seni geçtim” dediği geçer.
Yine bir rivayete göre bir dönem Ayasofya’ya da el et atan Osmanlı'nın baş mimarı Mimar Sinan'ın ustalık eserim dediği Selimiye Cami’nin kubbelerine bakarak Ayasofya kubbelerine itafen “ Ey Ayasofya seni geçtim” dediği söylenir.


İmparator Justinianos Ayasofya’nın daha görkemli ve gösterişli olması için, maiyetindeki tüm eyaletlere haber göndererek, en güzel mimari parçaların Ayasofya’da kullanılması için toplatılmasını emretmiştir. Bu yapıda kullanılan sütun ve mermerler; Aspendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye’deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıdaki beyaz mermerler Marmara Adası’ndan, yeşil somakiler Eğriboz Adası’ndan, pembe mermerler Afyon’dan ve sarı mermerler Kuzey Afrika’dan getirilerek Ayasofya’da kullanılmıştır. Yapının iç kısmında yer alan duvar kaplamalarında; tek blok halinde mermerlerin ikiye bölünerek yan yana getirilmesi ile simetrik şekiller ortaya çıkarılmış ve damarlı renkli mermerlerin iç mekânda kullanılmasıyla dekoratif bir zenginlik oluşturulmuştur. Ayrıca, yapıda Efes Artemis Tapınağı’ndan getirilen sütunların neflerde, Mısır’dan getirilen 8 adet porfir sütununun ise yarım kubbeler altında kullanıldığı bilinmektedir. Yapıda 40 tanesi alt galeride, 64 tanesi ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulunmaktadır.

IV. Haçlı Seferi sırasında İstanbul Latinler tarafından 1204- 1261 yılları arasında işgal edilmiş, bu dönemde gerek kent, gerekse Ayasofya yağmalanmıştır. 1261 yılında Doğu Roma kenti tekrar ele geçirdiğinde, Ayasofya harap hale gelmiş vaziyetteydi.


Ayasofya, Fatih Sultan Mehmet’in (1451-1481) 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir.
Mozaiklerin insan figürlü olanlarını zarar vermeden kapatmak için ince bir sıva kullanılmıştır. İnsan figürlü olmayan mozaiklereyse dokunulmamıştır. 
Osmanlı Dönemi’nde, 16. ve 17. yüzyıllarda, Ayasofya’nın içine mihraplar, minber, müezzin mahfilleri, vaaz kürsüsü ve maksureler eklenmiştir. Mihrabın iki yanında bulunan bronz kandiller, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) tarafından Budin Seferi (1526) dönüşünde camiye hediye edilmiştir.
Ana mekâna girişin sağ ve sol köşelerinde bulunan Helenistik Döneme (MÖ. 4.-3. yy) ait iki mermer küp ise, Bergama’dan getirilerek, Sultan III. Murad (1574-1595) tarafından Ayasofya’ya hediye edilmiştir.


Yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerden zarar gören yapıya, hem Doğu Roma, hem de Osmanlı Döneminde merkezi kubbesi birçok defa çökmüştür. Bu sebeplerden ötürü destek amacıyla payandalar yapılmıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan minareler ve istinat duvarlarından itibaren hiç çökmemiştir. Ayasofya'nın günümüze kadar ulaşmasında Mimar Sinan'ın payı büyüktür. Her ne kadar Ayasofya sağlam hale gelse de onarım ve bakım çalışmaları devam etmiştir.

 En kapsamlı tamir çalışması ise Sultan Abdülmecid(1839-1861) Dönemi’nde. 1847-1849 yılları arasında İsviçreli “Fossati” Kardeşlere Sultan Abdülmecid Han tarafından yaptırılmıştır.   Bu onarım çalışmaları sırasında, daha önce mihrabın kuzeyindeki niş içinde bulunan Hünkâr Mahfili kaldırılmış, yerine mihrabın solunda, sütunlar üzerinde yükselen, etrafı ahşap yaldızlı korkuluklarla çevrili Hünkâr Mahfili yapılmıştır.

Aynı dönemde Hattat kazasker Mustafa İzzet Efendi tarafından yazılan 7.5 m. çapındaki 8 adet hat levhası ana mekânın duvarlarına yerleştirilmiştir. “Allah, Hz. Muhammed, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin” yazılı bu levhalar islam dünyasının en büyük hat levhaları olarak bilinmektedir. Aynı hattat kubbenin ortasına ise Nur Suresi’nin 35. ayetini yazmıştır.


Abdülaziz Dönemi’nde de bir düzenlemeden geçen Ayasofya da daha önce yıkılan medresenin toprak altında kalan kısımlarının üzerine 2 katlı bir medrese yapıldı. 1920 ye kadar hizmet verdi. Cumhuriyetin ilanıyla tarihe karıştı. 1930 lı yıllarda yıkılma tehlikesi ardır denilerek devlet tarafından yıkılmıştır. 


Ayasofya Mustafa Kemal Atatürk’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararı ile müzeye çevrilmiş ve 1 Şubat 1935’de müze olarak, yerli ve yabancı ziyaretçilere açılmıştır. 1936 tarihli tapu senedine göre, Ayasofya “57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi” adına tapuludur


Bizansın En Tanınmış İmparatoriçesi "Yollu"muydu ?

Bizans ve I.Justinianos'un Eşi Theodora

Bizans'ın en ünlü imparatoriçesi aslında Bizanslı değildir. İster Suriyeli ister Kıbrıs’ta doğmuş olsun, çocukluk yıllarında ailesi tarafından Bizans'a getirilmiştir. Aile oraya zengin olmaya değilse bile, yaşam çaresi aramaya gelmiş ve yerleşmişti. 

Precope'ye göre Theodara'nın babası Arcacias, mütevazi bir sirk hizmetlisi, ayıların muhafızıydı. Annesine gelince, o meçhul kalmaktadır; fakat kocasının işi ve yaşamakta olduğu ortam belirli olduğuna göre, çok titiz bir erdemliğe sahip bulunmadığı ve ikinci kızının güzelliğinin kendisine bir sermaye olacağını önceden sezdiği göz önüne getirilebilir. Arcacias'ın ölümünde sefalet şiddetle kendisini gösterdi. Dul kadın beraber yaşadığı kocasının arkadaşlarından birinin onun yerine ayılar muhafızlığı hizmetine atanması için yetkililere yalvardı. Fakat Yeşiller bu yere başkasını teklif ediyordu. Dul kadın acındırma duygusunu kızlarının daha kolay uyandıracağına, çok yerinde olarak karar verdi. Bu işi halktan, onların dilenmelerini kafasında kurdu; oyunların orta yerinde üç çocuğunu meydana indirdi; onlar kalabalığa yalvardılar. Kızlar güzel ve merhamet uyandırıcı olduklarından ve özellikle Yeşillerin gazabına uğramış gözüktüklerinden, Maviler tarafından şiddetle alkışlandılar ve Arcacias' ın dulu, sevgilisine kocasının işini sağladı. Bu geçimin güvenlik altına alınmasıydı ama gelecekten daha fazlası beklenebilirdi.

Hipodrom kulislerinden araba sürücüleri, hayvan terbiyecileri, cambazlar, oyuncular, müzisyenler arasında yetişen bu çocuklarını tiyatro mesleğinde yönelmeleri olağandı; onlar için başkası düşünülemezdi. Önce en büyükleri bu işi becerdi, başarısız da olmadı. Theodora ondan değerli yardımlar gördü. Her yerde ablasına yoldaşlık ederek, bir artistin değerli yardımlar. Gördü. Her yerde ablasına yoldaşlık ederek, bir artistin halk arasında yaşayan sarhoşluğu içinde halk arasında yaşayışının ve maceralarının baş döndürücü cazibesi ile özel yaşayışının nasıl olması gerektiğini pek erken öğrendi. Birkaç küçük rolde oynadıktan sonra Theodora yolunu buldu; artık özel toplantılara alışmıştı. Kendisini teşhir etmekte serbest davranması ona ün sağladı. Güzelliğinden ve çıplaklığından başka silahı olmadığından, bir kadının hiçbir yapmacıklığa başvurmadan zafer sağlayabileceği pandomimlerde, canlı tablolarda rol alıyordu. Procope'a inanmak gerekirse kısa sürede tiyatro kraliçelerinden biri, ünlü bir dansöz, daha da ünlü bir fahişe haline geldi.
Muhteşem ziyafetler ve kibarlık içinde ahlaksız eğlenceler düzenlediği evi, zengin gençlerin buluşma yeri oldu. Theodora ‘nın çevresindeyse delikanlılardan çok devlet büyükleri yer alıyordu. Yirmi yaşına doğru bütün erkekler tarafından arzulanan ve bütün kadınlar tarafından nefret edilmiş olması ile övünebilirdi. Kadınların dedikoduları ve iftiraları(böyle bir kadına da iftira atabilecek ne buldularsa) da kendisi için bir reklam aracı oldu. Aşıklarından biri olan Hekibolos, Afrika Valisi tayin edilip de onu eyaletine götürdüğü zaman, kaderinin oldukça yüksek bir noktaya gelip konmuş olduğunu sandı. O zaman ne olduğu bilinmiyor. Besbelli ona ihanet etti ve o da bunu öğrendi. Her ne olduysa adam ondan birdenbire ayrıldı, o da terk edilmiş, beş parasız, Bizans'tan uzak orada kaldı. Gururu, bu yenilgiden sonra oraya dönmesini engelliyordu.

Yıkılan talihini Doğu'da tekrar kurmayı deneyip başaramayınca İskenderiye’ye yerleşti. Sanki kötülükler şeytanı , imparatorlukta bu kadının günaha girmemiş tek yerinin kalmamasını istiyordu...diye yazıyor Procope. Ama bu davranışı uzun sürmeyecekti. Eski yaşayış şeklini büyük bir ustalıkla birdenbire terk etti. Safahattan fazilete geçerek, başka örneklerde de görüldüğü gibi , bir geri dönüş yaptı ve aşk tanrısını övmeyi keserek Tanrı yoluna girdi. Hiç değilse görünüşte. Mısır Metropolünün merkez olduğu o ateşli, o mücadeleli dini yaşantı ile içten ilgilendi. Keşişlerle, patriklerle dostluk etti. Onlar da davranışı ile uyulacak örnek veren, güzelliği ile birçok kararsızları sürükleyebilecek ve ılımlıları kandırabilecek olan bu uzaklardan gelme tövbekarı heyecanla kabul ettiler.

Sonraları Konstantinopolis’in yeniden gördüğü ciddi, içine dönük ve örtülü genç kadındı. İmparatorun yeğeni Juslinianius onu bu yeni halinde buldu. Theodora'da onun metresi olmak ve sonra da onunla evlenmek için fazla vakit harcamadı. 527 de taç giydiğinde, geleneğe uyarak, sirkte halkın dileklerini ve alkışlarını kabul etmeye geldiği zaman orada ilk defa görülmüyordu. Fakat patriğin takdis ettiği imparatoriçe olarak, şimdi büsbütün başka bir roldeydi. Kocası için bir sırdaş, bir danışman, bir iş arkadaşıydı. Kocası da ona tapar ve onu her zaman “ Benim tatlı güzelim” siye çağırırdı.
Theodora imparatoriçe olduğu andan beri, Yeşilleri bütün nüfuzuyla destekliyor(Monofizit olduğundandır.) onların Mavilere karşı her şeyi yapabilmelerine izin veriyordu. Justinianus bundan üzüldüğünü söylüyor fakat karısını alıkoyamadığını. Ve onu darıltmaktan korktuğunu da ekliyordu.

Justinianus tahta çıktığında başarıya ulaştırmaya pek elverişli bir ortam bulamamıştı. Bir yönden İranlılara karşı devamlı değişmeler içerisinde sonuçsuz sürdürülen savaş, ordularını imparatorluğun doğu sınırında hareketsiz bırakıyordu. Öbür yönden iç uyuşmazlıklar öyle bir sertlik ölçüsüne varmıştı ki, imparatorluğun kendi güvenliğini bile tehlikeye sokuyordu. Maviler ve Yeşiller hiç değilse her iki partinin radikal üyeleri birbiriyle kavga etmekle yetinmiyor, haydutlarıyla başkenti korku içinde bırakıyorlardı. Hırsızlık, tecavüzler, adam öldürmeler Bizans genel yaşantılarının olağan durumunu haline gelmişti. Artık gece sokağa çıkmak asla göze alınamıyor ve halktan hiç kimse, fazla zengin elbise giymiş veya en küçük bir mücevher takmış olarak görünmek tehlikesine kendini sokamıyordu.
Imparator Justinianus'un taç giymesi ile tahtan uzaklaştırılmış olan imparator Anastasius'un yeğenleri Yeşilleri, imparator tarafından tutulan mavilere karşı ayaklandırıyorlardı. Dini bakımdan da iki taraf birbirine karşı bulunuyordu. Maviler Kadıköy Konsiline bağlılığı savunuyorlar, Yeşiller ise Monofizistleri destekliyorlardı. Böylece Maviler saltanat sürmekte olan imparatora bağlı şeriatçı hizbi ve Yeşiller Anastasius kolunu tekrar getirmek taraflısı aykırı mezhep hizbini temsil etmekteydi. Yeşiller tarafından ustalıkla işlenen halk, bir ihtilale sürüklendi. Justinianus, maliyede ve idarede düzeni kurmak için, hukukçu, Tribonuanus ile imparatorluk muhafızları şefi, Kapadokyalı Lonnis'in işbirliğine başvurmuştu. Sefaletlerinin, hayat pahalığının, vergilerin ağırlığından reformların sonucu ve bu bakanların eseri olduğunu söyleyerek kitleyi kandırmak kolaydı. Artık Mavi ve Yeşil fark etmeksizin bütün halk ani bir şekilde ayaklandı. İhtilalcilerin parolası ve birleşme çağrısı “Nika”(Zafer) idi; bu kısa fakat feci demogolojik patlama tarihte Nika İsyanı adıyla tanınır Ayasofya bazilikası yakıldı, Zeuxiippis hamamları tahrip edildi, sarayın bütün bir bölümü ile özel kişilere ait bir hayli ev yağma edildi, hazineler dökülüp saçıldı, zindanlar açıldı, caniler serbest kaldı. Nihayet ihtilalciler Anastasius'un yeğeni Hypathios'u yeni imparator ilan ettiler. Durum o kadar umutsuz görünüyordu ki, bakanlarıyla birlikte saraya kapanmış olan Jusrinianus kaçmayı düşünmektir ve bunun yollarını araştırmaktaydı. Cesaretini yerine getiren ve direnişe zorlayan, övülmeye değer enerjisi ile Theodora oldu.
Justinianus, Belisairus kumandasındaki birliklerin işe karışmasına karar verdi. İsyancıların sayıları onları korkutmadı. İsyancılar bir ara hipodroma kapanmak deliliğini yaptılar. Çıkış yerleri hemen kapatılan bu taş duvarlar içinde giriştikleri savaş, bir katliam halini aldı. Kırk bin asinin ölüsü kumlar üzerine serili kaldı.

Justinianus'un adını Theodora'nınkinden ayırmak mümkün değildir. Bu, yalnız onu sonsuz bir aşkla sevmiş olmasından değil, karısının aynı zamanda onun en değerli danışmanı oluşundandır.

  • Yeşiller : Esnaf ve zanaatkarları destekleyenler. Monofizittirler. Bir nevi laiklik 

  • Maviler : Bürokrat ve zengin sınıfı destekleyenler. Şeriatçıdırlar.
Bir nevi bu iki grup tarihin ilk solcu ve sağı sayılabilir niteliktedir.

2 Ocak 2016 Cumartesi

4.Haçlı Seferi ve Bizans'ın Sıkıntılı Yılları

4.HAÇLI SEFERİ(1202-1204)


Bizansın Sıkıntılı Yılları


Papanın  Kudüs’ü Müslümanların elinden almak amacıyla 4. Haçlı ordusunu kurma girişimleri 1198 yılından itibaren başladığı görülür. 1198 de papalık tahtına çıkan 3. Innocentius ‘un ilk işi haçlı çağrısında bulunmak oldu. Hazırlanan plana göre önce Mısır ardından Filistin ve son olarak Kudüs fethedilecekti. 

1200 yılında papa 35 bin kişilik haçlı ordusunu kurdu ama hemen yola koyulmayı düşünmüyordu. Çünkü önceki tecrübelerden ders çıkarılmıştı. İlk 3 seferi karadan gerçekleştirmişlerdi ve büyük zorluklar yaşanmıştı. Üstelik yeri geldi sayıları 600 bine kadar ulaşmasına rağmen. Bu denli büyük bir orduyla bile bu denli zorluk yaşamaları Latinleri 2. Yol olan deniz yoluna teşvik etti. 

Deniz yolunda lazım olan gemileriyse denizcilikte dönemin ileri medeniyeti olan Venediklilerden yardım alınacaktı. Venedik Doçu 85 bin gümüş mark istedi.

Haçlı seferi planına geri dönersek ortada büyük parasal bir sorun vardı. Donanma için Venediklilere istenilen para verilirse ordunun lojistik için yeterli parası kalmayacaktı. Bunun için çareyi Bizans kapılarında aradılar.
Bu sıralarda Bizans'ta karışık bir vaziyetteydi. Angelos Hanedanlığı üyeleri birbirine girmişti. Hanedanın en genç üyesi Alekios ‘un babası 2.İsakios, kardeşi Alekios tarafından gözlerine mil çekilerek zindana atılmıştı. 2.isakios’un oğlu olan Alekios ‘ta bu sıralar zindanda bulunuyordu fakat kaçmayı başarınca Venedik' e sığınıp daha sonra da haçlı ordusunun komutanı Bonafacio ile görüşüp, Latinlere istenilen parayı teklif etti ve sözel olarak bir anlaşma yaptı.
Hem para verecek hem de haçlı ordusunun emrine 10 bin Bizans askeri verecekti bununla da kalmayıp Kudüs'ü koruması için 500 daimi şövalyede verecekti.
Karşılığında Latinlerden amcası 3. Alekios'un tahtan indirilmesini istiyordu.

1203 yılında haçlı donanma ordusu Bizans'ın önüne kadar geldi. Genç prens Alekios fazla kan dökülmeyeceğini düşünüyordu fakat öyle olmadı.
Latinler büyük bir halk direnişiyle karşı karşıya gelince hükümdar olan Alekios yüzlerce kilo altınla İstanbul’u terk etti. Kralın ülkeyi terk edişiyle halkın direnci kırıldı.
Hükümdarsız kalan kalan Konstantinopolis fazla direnemeden teslim oldu ve Latinler tahta genç prens Alekios'u çıkardı. Latinler kendilerine vaat edilen parayı beklerken olanları içine sindiremeyen üst düzey soylu bir bürokrat yeni imparatoru tutuklatarak boğdurdu.
Bu durumu bahane eden haçlılar Konstantinopolis’i 12 Nisan 1204 günü işgal edip, 3 gün boyunca da yağmaladılar. Tarihi binalar,yollar ve kiliseler harabeye çevirilmiş. Ortodoksların inançlarına saygı gösterilmeksizin yakılıp yıkılmış bu da yetmezmiş gibi halka zulmedilmiş. Başta kilisedeki rahibeler olmak üzere şehirdeki kadınlara tecavüz edip, erkekleri yanlarında köle olarak götürmek gibi saymakla bitiremeyeceğimiz birçok insanlık dışı faaliyet yaşanmıştır. Bizans bu durumdan sonra belini bir daha doğrultamamıştır.

1453 te Fatih İstanbul’u fethedince bu harabelerin birçoğu duruyordu ve şehir uzatmalara oynuyordu. Tekrar dünya şehri konumuna geçirilip bilim yuvası olması kolay bir süreç olmamıştır.

Latin Krallığı 

Konstantinopolis'in işgalinden sonra haçlılar burada bir Latin Krallığı kurdular. 
Haçlılar Krallığın başına 1. Banifacio'nun geçeceği düşüncesindeydi ama bu durumu çıkarlarının aleyhinde gören Venedikliler bu durumu veto etti ve Latin Krallığı'nın başına Flandralı 1. Baodouin imparator seçildi. 57 yıl hüküm süren Latin Krallığı Bizanslılar tarafından yıkılmıştır ve 2. Bizans Dönemi yaşanmaya başlamıştır.


  • Özet geçmek gerekirse 4. Haçlı Seferiyle Hristiyan-Müslüman çekişmesi Katolik-Ortodoks çekişmesi haline gelmiştir. Savaştan en karlı çıkan devlet Venedikliler olmuş ve Bizans'ta bir daha belini doğrultamamıştır.

Dünya Fatihi 2.Mehmet'in Akıl Hocaları

Fatih Sultan Mehmet'in Akıl Hocaları


Molla Yegan

Molla Yegan 2. Mehmet'in ilk akıl hocasıdır.
Asıl adı Muhammed bin Muhammed bin Yegan bin Armağan bin Halil'dir. Dönemine Molla Yegan diye ün saldığından bu adla anılır.

Aslen Aydınlı olan Molla Yegan, Bursa'da alim Molla Fenari'den dersler aldı. Daha sonra  Bursa'da kendi adıyla anılan Molla Yegan Medresesi gibi bir çok medresede müderrislik yaptı. Molla Fenari'nin ölümü üzerine Bursa Kadısı ve Başmüderris oldu.


Bazı kaynaklarda 2.Murad tarafından şeyhülislam ilan edildiği gözükür. Bu demek oluyor ki Osmanlı Devleti'nin 3. şeyhülislamı Molla Yegan'dır ama Osmanlı Devleti'nin bilinen 3. şeyhülislamı Molla Yegan değil Molla Hüsrev'dir.

Dönemine en büyük katkılarından biri de Molla Gürani'yi Edirne'ye getirmesi olmuştur.
      Şehzade Mehmet'in Manisa'da olduğu sıralarda hacca giden Molla Yegan, Mısır' da
büyük alimlerden ders almış, tefsir, hadis ve fıkıhta yüksek bir alim olan Molla Gürani'yle tanışmış ve onu Edirne’ye getirmiştir.
Sultan Murad'ın oralardan bize ne getirdin sorusuna karşılık mola yegan , ” Öyle bir alim getirdim ki sultanım, tanışmanız gerek” Murad Han o an nerede olduğunu sorması üzerine Yegan dışarıda bekliyor efendim.
Murad Han alim ehlini bekletmek ne haddimize der ve onu çağırtır.


Molla Gürani

Asıl adı Ahmed bin İsmail’dir ama Araplar onu Molla Gürani diye tanırlar.
Molla Gürani 2.murad la tanışmasından sonra bursa medreselerinden birine müderris tayin edilir. Bu sıralarda 2. Mehmet Manisa'daydı. Mehmet zeki ama yaramaz bir öğrenciydi. Derslere devamda gevşeklik gösteriyordu. 2. Murad bu duruma çare bulmayı düşünürken aklına heybetli ve sert tutumlu bir hoca olan Molla Gürani geldi. Onu şehzadenin hocalığına tayin etti ve gerektiğinde dövebileceğini de söyledi.
Molla Gürani ilk derse yanında bir sopayla gelerek babanız sizin serkeşliğinizi işitmişler. Eğer okumak istemezse babanız emrettiler sizi bu sopa ile terbiye edeceğim. Mehmet’te bundan sonra yapması gerekenleri yapmış ve Molla Gürani o sopayı kullanmak zorunda bırakmamıştır.

2. Mehmet padişahlığı sırasında çok değer verdiği hocasına vezirlik teklif etmiş fakat Molla Gürani bunu yapacak benden daha iyileri vardır diyerek reddetti. Bir yandan müderrisliğe devam ederken kadılığa atanmış ve en sonunda Osmanlı devletinin 4. şeyhülislamı olmuştur


Akşemsettin

1389 da Şam'da doğmuştur.
Asıl adı Şeyh Muhammed bin Şemsettin bin Hamza dır.
Saçının ve sakalın beyaz olması ve sürekli beyaz elbiseler giymesi sebebiyle Akşeyh ve Akşemsettin ünvanlarıyla bilinmiştir.
Bazı el yazmalarında soyu Hz. Ebubekir e kadar dayanır.

Genç yaşlarda Amasya Medreselerinde Hacı Bayram Veli'den eğitim almış olan Akşeyh eğitimini tamamladıktan sonra Osmancık'ta müderris olmuştur.
Zahiri ve batini ilimlerde mütehassıs, ayrıca tıp konularında da önemli çalışmaları olan bir alimdir.
Tip alanın da hastalık insandan insana gözle görülemeyecek kadar küçük tohumlar vasıtasıyla geçer cümleyle tarihte mikrobu tanımlayan ilk kişi olmuştur. Mikrobiyolojinin babası sayılır ama gelin görün ki mikrobu bulan kişi olarak 19. asırda yaşamış olan Fransız alim Pasteur'e gösterilir. Arada 500 yillik bir fark var buda Akşeyh ne kadar büyük bir alim olduğunun apaçık kanıtıdır.

2.Murad'ın isteği üzerine 2.Mehmete hocalık yapmıştır.
2.mehmet Akşemsettin’i pek sever ve sayardı. Onun hakkında da bir gün veziri Mahmut Paşa’ya söyle der
Bu pire hürmetim ihtiyatsızdır; yanında heyecanlanırım, ellerim titrer, şair şeyhleri ise benim yanıma gelince elleri titrer.
Akşemsettin her zaman Fatih’in en büyük destekçilerinden olmuştur. İstanbul’un fethinden önce Çandarlı Halil Pasa etrafında toplananların karşısında durup Fatihi desteklemiştir ve Fatih umutsuzluğa kapılmaya başladığı anda ona moral kaynağı olmuştur.

İstanbul’a da Fatihle beraber girmiştir. Fatih halkın karşısına hocasıyla beraber atsız çıktığı için halk padişahın genç olması sebebiyle Akşeyh’i padişah sanıp ona çiçekler vermek istemiştir ama Akşeyh padişah ben değilim odur, çiçekleri ona veriniz.
1459 da yani yetmiş yaşında bolu Göynük'te ölmüştür. Buradaki türbesi 1464 yılında fatih tarafından yapılmıştır.


Molla Hüsrev

Fıkıh alimi ve Osmanlı’nın 3. şeyhülislamıdır.
Asil adi Muhammed bin Feramuz bin Ali er-Rumi'dir.

Babası bir Fransız subayıyken müslüman oldu. Kızını da Osmanlı emirlerinden Hüsrev adlı bir kişiye verdi. Genç yasta ölünce de Molla Hüsrev e eniştesi Hüsrev bakmıştır. Hüsrev lakabı da buradan gelir.

2.Murad’ın döneminde fıkıh ilminde ehil ve güvenilir alimlerden biridir. Bir donem 2.Murad'ın kazaskerliğini de yapmıştır. Kazaskerlik görevine sultan Murad tarafından Varna Savaşı öncesinde atanmıştır. Şehzade Mehmet tahtan indirilip tekrar Manisa'ya gönderilirken kendisine yeni bir hoca düşünüldüğü sırada bu görevinden vazgeçip gönüllü olarak Mehmet’in hocalığına talip olmuştur.

Şehzade Mehmet ona zamanın Ebu Hanife’si diyordu.
İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’a gelerek Galata ve Üsküdar kadılıkları görevine getirilmiştir. Bu arada Ayasofya müderrisliğini de yapmıştır. Yine bu sıralarda Bursa'ya giderek bir Medrese yaptırmıştır.

1480 senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Cenaze namazı Fatih Cami’nde kılınmış ve buradan Bursa’ ya nakledilip, kendi yaptırmış olduğu medresenin bahçesine gömülmüştür.

Zağonos Paşa

Asıl adi Mehmet’tir. Zağanos lakabının anlamı keskin görüşlü yırtıcı bir kustur. 
Babası Abdullah’ın bir esir olduğu bilinen Zağanos’un aslen nereli olduğu tam olarak bilinmemektedir.

Zağanos Paşa Fatih’in askeri öğretmenliğini yapmıştır.

Sultan 1. Murad tarafından sürgün edilen paşa Fatih tahta çıkar çıkmaz çağırılıp vezir ilan edilmiştir. Fatih ona kendi kız kardeşini vermiş ve onun kızıyla evlenmiştir. Böylelikle Zağanos Fatih'in hem eniştesi hem de kayınbabası olmuştur.
Osmanlı’nın fethinden önce Rumeli Hisarı'nı yaptırmış ve ordunun karadan yürütülüp Kasımpaşa’ya inmesinde emeği geçmiştir.
Fatih Dönemi'nde önemli rol oynayan paşalardandır. Çandarlı Halil Paşa'nın idamından sonrada veziriazamlığa yükselmiştir ama burada fazla kalamamıştır. Fatih Dönemi'nde taşralarda da görev yapan pasa Gelibolu’da sancakbeyliği ve kaptan-ı deryalıkta yapmistir. 1467-1469 da ise Trabzon sancak beyliği yapmıştır. Ayrıca Trabzon’un zaptı sırasında Prenses Anna ile evlenmiştir.

Zağanos çok alçak gönüllü bir insandır. Bugün Balıkesir’de bulunup Zağanos Paşa Cami olarak adlandırılan caminin inşaatında bizzat isçilerle beraber çalışmıştır.


  • Fatih Sultan Mehmet Han Padişahlığı sırasında da ilim öğrenmekten geri kalmamıştır. Hızır Çelebi, Hocazade, Ali Kuşçu ve Ali Tusi'den ilim tahsil etmiştir.Yabancı tarihç Annocal Griaco'dan ise batı tarihini öğrenmiştir.